Menu
RSS
Sebahat Çevik Yazdı: Şehir ve Şiir

Sebahat Çevik Yazdı: Şehir ve Şiir

“Neredesin sen ey aradığım şeh...

Belediye İş Sendikası: Mustafa Kemal Atatürk’e ve Laik Cumhuriyete Saldırılara Geçit Vermeyeceğiz!

Belediye İş Sendikası: Mustafa Kemal Atatürk’e ve …

Belediye İş Sendikası son günl...

Toros Kadınları: Kadınları Kadınlarla Vurmak

Toros Kadınları: Kadınları Kadınlarla Vurmak

Koltuğumun altındaki dosyayla ...

Antalya’da Hayat 2 Dakika Durdu

Antalya’da Hayat 2 Dakika Durdu

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni...

Antalya'da Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Vefatının 86'ncı Yıldönümü Anma Programı

Antalya'da Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Vefatının…

Antalya’da bu yıl düzenlenecek...

Antalya Emek ve Demokrasi Güçlerin Peşpeşe Gelen Kayyımları Protesto Ettiler

Antalya Emek ve Demokrasi Güçlerin Peşpeşe Gelen K…

Attalos Meydanı’nda toplanan A...

Seçimlerde Bükemediğiniz Bileği, Yasaklarla, Tutuklamalarla, Kayyumlarla Bir Milim Bile Eğemeyeceksiniz

Seçimlerde Bükemediğiniz Bileği, Yasaklarla, Tutuk…

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, ...

Sebahat Çevik Yazdı: Bir Sokağın Anatomisi

Sebahat Çevik Yazdı: Bir Sokağın Anatomisi

Sebahat Çevik'in Bu Haftaki Ga...

Prev Next

Demokrasi, asla bir mide sorunu değildir. Bu söz Mustafa Kemal Atatürk tarafından söylenmiş, el yazısı halinde günümüze kadar gelmiştir. Afet İnan, Atatürk ile ilgili medeni bilgiler adı altında bir kitap yazmış bu yazıları orada toplamıştır.

Atatürk, mide sorunu değil derken, demokrasiyi, kültürlü ve bilgili olmaya bağlamıştır. Yaptığı devrimlerde kendi insanına ne kadar önem verdiğini, değer verdiğini göstermiştir. Demokrasi, bugün dünya üzerinde en mükemmel rejimdir.

Bundan iyisi olabilir mi?

Tabii ki evet. Eksiği yok mu dur?

Elbette arızaları, eksikleri de vardır.

Ama içinde bulunduğumuz yüzyılda bundan daha iyisi maalesef yok.

Demokrasinin en basit tanımı, halkın kendi kendisini yönetmesidir. Bunu yaparken de halk, 4 veya 5 yılda çoğu zaman zorla sandığa gidiyor ve tercih yapıyor. İsteksiz tercih yapılırken de oyların temsil edilmesinde engeller var. Bu engel de seçim barajlarıdır. Seçim barajları sözde koalisyon durumlarını engellemek için konuldu. Bugün ülkemize baktığımızda bir sürü oy tercihi çöpe gidiyor, mecliste temsil edilemiyor. Hâlbuki temsil kısıtlamasının kaldırılması, oy toplamına göre o oylar mecliste temsil edilmelidir. Yani insanlar görüşlerini yasal zeminlerde ortaya koyabilmeli, konuşabilmelidirler. Bakınız eski çağlarda ki insanlar, bir alanda toplanırlar, tartışırlarmış. Bugün üniversitelerin anfi sınıflarının o günlerden esinlenerek yapıldığı eski eserlerden çıplak gözle görülebiliyor. Sokrates ve Aristo dönemleri bunlara iyi birer örnektir.

Bugün demokrasi, 4-5 yılda iyi veya kötü yapılan seçimlere sıkışmış, sıkıştırılmıştır.

Bireyler sandığa giderler, bilgili, bilgisiz veya atadan gelen alışkanlıklarla, arkadaşların tavsiyeleriyle veya işler, güçler dikkate alınarak oylarını sandığa atarlar. Ülkemizdeki acı gerçek maalesef bugün budur. Bu oy atma işleminde harcanan zaman oy sandığında sıra yoksa on dakikayı geçmez.

Artık bundan sonra iktidara gelenler sağ, bizler selametiz. Hani derler ya kim öle kim kala…

Gerçek, geniş bir demokrasi tanımını yapacak olursak; bireylerin kendisini ilgilendiren toplumsal konularda çeşitli yollar ile sürekli yönetsel kararlara katılmasıdır. Demokrasi gerçekten iyi niyetlilerin elinde uygulama olanağı bulursa, hani derler ya lebi derya bir rejimdir ve tüm sorunları da çözmeye adaydır.

Son yıllarda iktidar partisi seçim süreleriyle devamlı kendi lehine olmak üzere oynama gayreti içindedir. Biliyorsunuz genel seçimler önceden 5 yılda bir yapılıyordu ne hikmetse bu uzun süre denilerek 4 yıla indirildi. Bir gazetecinin dalyaya getirdiği bir ortaya attığı yeni süre var.

Yahu bırakın 4 yılda seçim yaparak bir sürüde masraf etmeye... Şunun adını 25 yılda bir koyun iş bitsin.

Birinci tercih oy kullanmaydı. Bu işin ikinci ve önemli aşaması, sivil toplum kuruluşlarıyla ve çeşitli yollarla, oy verilenlerin sürekli gözlenmesi, çeşitli yollarla uyarılması yani denetlenmesidir. Başbakan tarafından dalga geçilen, geçildiği sanılan gezi olayları, demokratik hakların bir kullanılış yöntemiydi. Ama iktidar elinde silah olmayan, savunmasız, yalnızca haykıran, kendi halkının üzerine şiddetle gitmiştir. Hepimiz biliyoruz ki kendi paramızla üzerimize su ve gaz sıkıldı, hem de bizim polislerimizin eliyle… Gençlerimizden sekiz kişide bana göre göz göre göre öldürüldü. Çünkü seyirci kalındı, polisler şiddete adeta teşvik edildi. Bu eylem bir özgürlük haykırışıydı, iktidara “bizim yaşamımıza karışmayın!” uyarısıydı. İktidarı elinde bulunduranlar ne yaptı, gazladı, suladı, yıktı geçti. Bugün ülkemizde yalnız oy verme serbest, ama iktidarları 4-5 yıl boyunca denetleme, gözlemleme ve tepki koyma yasaktır. Ne kadar gülünç ve basit bir demokrasi değil mi?

Demokrasinin şartlarına bakalım... Bir defa demokrasi bilinçli, kültürlü, okuyan, araştıran, sorgulayanların rejimidir. İkincisi, refah seviyesi toplumun yüksek olacak... Bireyler açlık ve sefalet içinde olmayacak. Gelir düşüklüğü, bireylerin düşünme yetilerini köreltiyor, kişi karar verirken sağlıklı kararda veremiyor ne yazık ki… Örneğin,2010 yılı 12 Eylülde yapılan anayasa değişikliği referandumunda ki maddelerin ne getirip ne götüreceğini seçmenin büyük bir bölümünün anlamadığı, ama oy kullandığı bir gerçektir. Doğruyu söylemek gerekirse, özellikle sosyalistler ve komünistlerin bile o günlerde bu değişiklikleri anlamadığı bugün görülmüştür.   Bizler den bir kısmımız bile anlamakta zorluklar çektik. Önümüze konulan maddelerde bir sürü oyunlar olduğu da bir gerçektir. Demokrasi hakkında her hür düşünce için farklı boyutlarda yazılar yazabilir. Ama bir gerçek var ki hukukun yok edilmeye çalışıldığı toplumlarda demokrasiden söz edemezsiniz. Çünkü hukuk, toplumlarda eksik kalırsa insan haklarından, adaletten, kişiler arasındaki sağlıklı ilişkilerden söz edemezsiniz. Hukuk, zamanında görev yapacak, hukuk bağımsız olacak, hem de her konuda… Hukuk sisteminin Hiçbir zümre, kişi ayırt etmeksizin özgür düşünce ile karar verecek beyinlerden oluşması gerekiyor. Hukuk kurumlarında görev yapan birimlerin refah seviyesi de hukuk yönünden anlamsız bir tartışma ama günümüzde önemli bir konu.

Yargıçları, hâkimleri ve savcıları ilgili fakültelerde yeterince uluslararası seviyede yetiştirebiliyor muyuz? Çoğalan ama yetersiz fakülteler de hem eğitici hem de mekân eksikliği var. Bu şu demek, fakülteler kampüslerde görev yapacak. Buraları diğer fakültelerde aynı olmak şartıyla kampüs şartlarında eğitim verecek. Adaylar anfi dışında olunan sürelerde birbirleriyle etkileşimde bulunabilecekler. Tıpkı eski köy enstitülerinde olduğu olduğu gibi…

Şimdi İngiltere’den sizlere hukuk alanında, yaşanan çarpıcı bir olaydan söz etmek istiyorum.   İngiltere’de yazılı bir hukuk sistemi olmadığı gibi, burada, mahkemeleri jüriler yönetiyor. Mahkemedeki hâkimlere sınırsız ödenek veriliyor. İstedikleri kadar para harcayabilirler, kendi maaşlarını kendileri belirliyorlar. Bunların parasını kraliyet ödüyor. Yönetim şekli cumhuriyet ama aynı zamanda senato ve krallık var. Mahkeme de hâkimlere sınırsız ödenek ayrılmasıyla ilgili, kraliçenin bizzat kendisinin anlattığı bir hikâye var.

Adalet sistemlerine o kadar güveniyorlar ki, harcayacakları parayı da adaletli bir şekilde isteyeceklerine güvendikleri için kraliyet tarafından böyle bir izin verilmiş. Hâkimin biri buna bir türlü inanmamış. (bize istediğimiz anda istediğimiz kadar para verebiliyorlar mı diye. Ömür boyu sınırsız hakları var. ) Kraliyetin bankasına gitmiş. (kraliyet için çalışanlara özel banka) Hâkim demiş ki, “ben 1 milyon pound istiyorum.” Banka ise “şuan bankamızda bu kadar nakit yok, yarına kadar bu parayı temin ederiz, o zaman size bu parayı veririz. Sormamız yasak ama çok mu acil neden” demişler.

Hâkim “ihtiyacım var istiyorum” demiş ve açıklama yapmamış. Banka da kraliçeyi aramış ve olayı anlatmış. Kraliçe de bu duruma kızmış ,”beni bu durum için nasıl ararsınız” demiş, tabi ki vereceksiniz” demiş. Kraliçe kızmış, çünkü hâkimler ile kraliyet arasında büyük güven var. Adam ertesi gün parayı almış, teşekkür etmiş. Fakat ertesi günü tekrar bankaya gitmiş. “İade etmek istiyorum benim bu paraya ihtiyacım yok ki “ demiş. “ O zaman niye istediniz” demiş bankada ki. Hâkim “Ben sadece merak ettim bu sınırsız ödenek hakkında. İhtiyacım kadar kullanıyordum ama gerçekten sınırsız mı diye meraktan denemek için yaptım” demiş. Banka da “tamam, siz nasıl uygun görürseniz” demiş almışlar. Adam akrabalarına anlatmış. Ertesi günü kraliçenin kendi el yazısıyla imzalı bir mektup gelmiş.

“İngiltere halkı için uzun yıllardır vermiş olduğunuz hizmetinizden dolayı size minnettarız. Biz size yıllarca çok güvendik, adaletimizi teslim ettik, ama siz bize güvenmediniz, test etmeye kalktınız. Böyle olmayı hiç istemezdik ama;

Adalet, ülkeyi yönetenler ile adaleti verenlerin karşılıklı güvenine bağlı olarak yürütülmelidir. Ama demek ki, bizim size güvendiğimiz kadar siz bize güvenmemişsiniz, bunu test etmeye karşılaştığınıza göre. Size bu zamana kadar ki hizmetlerinizden dolayı bizden talep ettiğiniz parayı geri veriyoruz. Ama bundan sonraki yaşantınızda, artık İngiltere hükümetine bağlı bir yargıç değilsiniz. Size yaşantınızda başarılar dileriz” diye imza atmış ve kibar bir şekilde işine son verilmiş.

Bu olay, kraliyetin hâkimlerine ne kadar güvendiğini anlatıyor. Şimdi sanırım anladık demokraside hukuk sisteminin, yozlaşmış dediğimiz toplumlarda nasıl algılandığını, nasıl korumaya alındığını, Güven ortamını ve demokrasinin anası olan hukuka nasıl önem verildiğini… Bugün bize baktığımızda, hukuk sistemimiz sorunlarla dolu. Hukuk alanında çalışan, hizmet verenlerin aldıkları maaşları kendileri belirleyemiyorlar ve takdir edilenler yeterli değil. Çalışma şartlarına baktığımızda şartlar çok ağır. Bizler yıllardır güzel adliye binaları yaptık ama çalışma biçimlerinde iyileştirmeler ve hızlandırmaları yapamadık. Sizlere bir arkadaşımın yaşadığı site yöneticiliğinde uğradığı bir hakaret davasını anlatayım. Dava, 2007 yılında başladı ancak 2014 yılında karar çıktı. Hukukun verdiği maddi ceza bile daha netleşmedi. Hâlbuki şahitleri, delilleri açık olan bir davaydı. Böylece verilen cezalarında süre uzadıkça bir anlamı kalmıyor ve hukuka güven sarsılıyor. Hukukta ki bu sorunu Türkiye’nin bir an önce çözmesi şarttır.

Demokrasinin bu arada bir tanımı daha ortaya çıkıyor. Buda kısaca, yasalar manzumesidir. Ne demişlerdi AKP kurucuları, “demokrasi bizim için bir araçtır. Bineriz ve gideriz ama istediğimiz yerde de iner, onu terk ederiz.” Burada demokrasinin içinde her türlü karşı fikir söz söyleyecek, eylemlerde bulunacak, zamanı gelecek içinde yetiştiği rejimi alaşağı edecek... İşte Bunu demokrasinin ilgili birimleri engelleyecek, buda tartışmasız bağımsız uluslararası hukuk olacaktır. Demokrasi, kendisini yıkmaya çalışan akımlara izin vermemelidir, buda ayrı bir gerçektir.

Önemli bir konuda İnsan haklarıdır. Hukuk ve demokrasi, insan hakları içedir. İnsan hakları evrensel bildirgesini herkes bilir. Demokrasi de, insan haklarında, ifade ve yaşam özgürlüğünde en önemli husus, birisinin özgürlüğünün başladığı yerde başkasının özgürlüğüne sınır gelmesidir. Başka türlüsü olamazdı, olsaydı da kargaşa ve anarşi olurdu. İnsanların bütün haklarında da böyledir. Toplumlarda, Tüm insanların hakları birbirleriyle iç içedir. Sevgi ve saygı da demokrasiyi besleyenlerdendir. Bir ülkede bugün bizde olduğu gibi hukukla, hâkimler, savcılar ve kolluk güçleriyle devamlı oynanırsa o ülkede totaliter rejime kayma vardır. Kimse bizim ülkemizde bugün gerçek demokrasi var diyemez. Seçim var her 4-5 yılda, hepsi bu kadar.

Demokrasinin toplumun çekirdek aile dediğimiz birimlerinde ki durumuna baktığımızda biz ülke olarak sağcısıyla solcusuyla sınıfta kalırız. Hele sosyal demokratlarda durum daha da kötü.

Neden?

Çünkü her sözlerinde demokrasiden, insan haklarından söz ederler ama uygulamalarında bunlardan eser yoktur. Bana göre Demokrasi önce aileden başlamalı…

Bakıyoruz aile yapımıza ataerkil durumdayız. Baba ne derse o oluyor. Biraz zahmet edip aile içindeki kararları, hele hele çocuklar küçük yaşta iken ortak ve oylamalarla alabilsek farklı bir nesil yetişirdi. Siyasete baktığımızda, siyaset erkeğin işi olmuş durumda. Son yıllarda biraz kıpırdanma var ama hep göreceli. CHP’ de kadınlar ve gençlere biraz yer açılmış durumda olduğu tüzüklerinde görülüyor. Burada da iyi niyet ve istemek önemli. Uygulama ve bunları kanıksatma yine de erkeklerin elinde.

Siyaset dedik, buradan devam edelim. Bizim oldu olası Siyasi partiler yasasımız demokrat değil. Hangi partide demokrasinin ön koşulu olan parti içi seçim, yani ön seçim var? Koyuyorlar önünüze karpuz seçer gibi adayı, ‘ yersen’ yani. Merkez sağ partilerde yok, anlıyoruz ama sosyal demokrat partilerde de yok. Her şey liderlerin iki dudağının arasında. Biat edenler, tabii olanlar ya vekil ya bakan, ya da belediyelerde başkan oluyor. TBMM, hepinizin bildiği gibi halkın temsilcilerinin halk adına yetki kullandığı yer. Ama bu temsilciler halkın önüne konuluyor, bunu “ben beğendim sende oy ver “ deniliyor. Veya kişiler özgür düşünceli ama ileride seçim düşünüldüğü için, ön seçim garantisi olmadığından dolayı konuşamıyor. Kısacası düşünceler zincire vurulmuş. Dolayısıyla özgür düşüncede olanlar halkın temsilcisi olamıyorlar. Bunun için kesintisiz ön seçim şart.

Bugün siyasetin tıkanma nedeni bana göre bu. Siyaset yapacak olanlar siyaset yapmıyor bu yüzden. Bir başkan, geçtiğimiz yerel seçimlerde bir adaya şunu diyebiliyorsa “paran var mı ki belediye başkanı adayı olacaksın veya olmak istiyorsun?” gerisini siz düşünün.

Bunun söylendiği yerde, her şey, demokrasi dâhil tükenmiş demektir. Demokrasinin yerini paranın gücü almış demektir. Bir siyasi örgütte ön seçim için , “üyeler yeterli değil, seçmeleri isabetli olmaz” denilirse örgüt inkâr edilmiş olur. Çünkü bu üyeleri yapan biziz, o üyelerde bizden, içimizden biri. Bu üyelere parti tüzük ve programı hakkında eğitim vermeyen de biz yöneticileriz, Sonrada kalkıp üyelerimizi beğenmiyoruz. Şu da bir gerçek ki ön seçim yapılmaya yapılmaya ilk yapıldığında iyi sonuçlar vermeyebilir. Ama ilerleyen zamanlarda kanıksanacaktır. Delegeler ve de üyeler işe yaradığını, varlığının nedenlerini anladığı zaman siyasete sarılacak, aidiyet duygusu fışkıracak, demokraside parti içinden sokağa taşacaktır.

Demokrasinin güzel bir halka açılım yöntemi var. Bugünkü uygulamasıyla Muratpaşa belediye başkanı Ümit Uysal’ı kutluyorum. 56 mahalle ile sorunlarını yerinde tartışıyor halk meclisleri gibi… Başkanıma bu köşeden sesleniyorum, zor olsa da bu yolda devam edin sayın başkanım, aman pes etmeyin. Zamanla halk ile yöneticiler kaynaşacak, başarıyı da başarısızlığı da beraber paylaşacaklardır. Beraber yönetim böyle bir şeydir. Bireylerin kendilerini ilgilendiren konularda söz hakkı kullanmaları için bu yollar doğru yollardır. Şahsımın yıllardır savunduğu bir fikir var. Orta öğretimde okullarda eskiden yurttaşlık bilgisi dersi vardı ve zorlu geçerdi. Ayrıca bunun yanında Demokrasi ve insan hakları dersleri müfredata bir an önce girmelidir. Sosyal demokrat partiler bu konuda topluma proje sunmalıdırlar. Siyasi partiler kanunu ders olarak okutulmalı ki bireyler haklarını öğrensinler. Ve böylece siyasete ilgi artsın. Gerçi sağ partiler buna hiç yanaşmayacaklardır. Çünkü halkın bilinçlenmesini hiç istemezler. Tıpkı yüce kitabımızın Türkçe öğretilmesini engelledikleri, teşvik etmedikleri gibi. Bir Fransa köylülerinin yaptıkları eylemleri düşünün birde bizi. Son yıllarda 2B arazilerinde eylemler biraz olsun bizleri de umutlandırdı. Sonuçta iktidar sahipleri bedellerde epeyce indirime de gittiler. Kısacası demokrasi, örgütlü toplum olunduğunda daha da işlevi artacaktır, güzellikler beraberce yaşanacaktır. Toplumlarda iktidar sahiplerinin şımarmalarını, gelişigüzel kanun yapmalarını önleyecek tek yol örgütlenmeden geçiyor. Sokrates ve Aristo dönemlerindeki forumlar gibi her konuda yapılacak tartışmaları düşünün. Böyle alanların, fikirlerin yarıştığı uygun yerlerin özellikle Sosyal demokrat belediyelerden beklemek en doğal hakkımız. Her yıl Çanakkale ilimizin deniz kenarında ki ASSOS ‘ta felsefe alanında toplantılar uluslararası olarak yapılıyor. Bu tür toplantıları tüm illere yaymak gerekir. İşte bugün böyle bir örgütlü birlikteliği iktidar istemiyor.

İktidarda ki AKP 4-5 yılda bir oy alayım , (onu da kömür ve makarna ile) işte sana ileri demokrasi diyor. “Siz oturun evlerinizde, iş yerlerinizde kuzu, kuzu …” diyor. Daha da ileri gidiyorlar, demeye getiriyorlar ki “ yahu senin kafa yormana gerek yok, ben senin yerine düşünürüm, senin yerine kararları alırım, yormayın kendinizi… ” diyorlar.

Demokrasinin ayrıca sevgi ve saygı yönü var. İnsanların birbirlerini insan olmalarından dolayı önce sevmeleri, arkasından da saymaları gerekir. Hatta bırakın insanları sevmeyi dünyayı paylaştığımız tüm hayvanları, canlıları da sevmek zorunda insan. Son yıllarda hayvan haklarından bolca söz ediliyor. Beraber paylaştığımız dünyamızda sevgi şart.

Diyeceksiniz insan hakları tam mı ki hayvan hakları olsun. İşte bütün mesele burada. Tüm hakların savunuculuğunu yapmakta insana düşüyor, çünkü düşünen varlık o. Bir söz vardır hayvanları sevmeyen insanları sevemez. İnsanları sevmeyen veya yeterince sevmeyen toplumlar a da demokrasinin olması, gelişmesi zordur.

Bugünkü iktidar 2010 yılında sözde demokratikleşmiş Anayasa maddeleri sundu önümüze. Doğrudur, bazı maddelere herkes evet dedi ama hukuk sistemiyle oynanan üç madde hepsini gölgeledi. Ama öyle maddeler 1980 darbe anayasasın da duruyor ki sormayın gitsin. Bugün toplumun önüne sürülen ve kabul edilen o üç madde ile iktidar sahipleri yargı sistemiyle adeta oynuyorlar. İşte bugün 17 ve 25 Aralık olaylarından, değiştirdikleri yargı sayesinde aklanmaya çalışıyorlar. Böyle müdahaleli yargı olursa bu ülkede, demokrasiden söz edemezsiniz.

Demokrasi de, 1950 yılından günümüze kat ettiğimiz yolu da sizlere dilimin döndüğünce anlatmak istiyorum. Yürünülen bu yolun büyük kısmında şahsen bende vardım ve olaylara bizzat şahit oldum. Bu yolda verdiğimiz çok değerli şehitlerimiz de var. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner kışlalı, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Abdi İpekçi’ ler gibi…

1950 yılında iktidara gelenler dört yıl ekonomiyi adeta açtılar ve ekonomik gelişmelerde yaşandı. Halk durumdan da gayet memnun kalmış. Bunu babalarımızdan da dinledik. Örneği, tarımda ki yaşanan gelişmeler gibi…1966 yılına kadar olan bölümdeki gelişmeleri kitaplardan okudum. 1954 yılında seçim sistemiyle oynamalarından sonra ezici üstünlükle iktidar geldikleri andan itibaren konuşmaya çalışan vatandaşı ve muhalefeti sindirebilmek için hukukla oynadılar. Normal mahkemeler yanında aynen bugün olduğu gibi özel mahkemeler kurdular. Demokrasi ile iktidara gelenler, artan eylemler karşısında sertleştiler.  O dönemde “siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” şımarıklığı yaşandı. Ezanın Türkçe okunmasından vaz geçildi. Gericilere birçok tavizler verildi. Hükümetin yolsuzluk şaibeleri, fevri davranışlar, muhalefetin mecliste sesinin kesilmesi uygulamaları, sonunda muhalefetin ayaklanmasını, halkın, için için kaynamaya başlaması, özgürlüklere kısıtlamalar getirdi. Bunların sonunda İsmet İnönü tarihe geçmiş ünlü şu sözü nü söyledi: “sizi ben bile kurtaramam” Gerçekten paşanın bu konuda, idamlar için oldukça gayret gösterdiğini yakın tarih yazıyor. Ayrıca baskıların artmasıyla halkın sessizliğe bürünmesine de, İnönü’nün tekrar ünlü bir sözü tarihe not düşmüştür: “bir memlekette namuslu insanlar da en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça o memleket için kurtuluş yoktur.”

Baskıların sonunda gelen ihtilal, Anayasanın lağvedilerek 1961 anayasasının yapılmasına sebep olmuştur. Anayasa ile özgürlükler genişletilmiş ama kısa bir dönem sonrasında aynı zihniyetin devamı olanlar uçuk vaatlerle iktidara gelmiştir. Anayasa ile gelen yeniklikler, özgürlükler öğrencilere ve üniversitelere, çalışan kesime olumlu etki yapmış, özgürlükler kullanılmaya başlanılmıştır. İş başındaki iktidar kullanılmak istenilen özgürlükleri kısıtlamaya yine bugün gibi gitmiştir. 68 kuşağı dediğimiz, özgürlük isteyen, ülkemizin tam bağımsızlığını savunan, sorgulayan bir gençlik yetişmiş, o döneme damga vurmuştur. Bundan rahatsız olan egemen güçler tabii ki boş durmamış polisiye tedbirleri artırmıştır. Arkasından 12 Mart muhtırası gelmiş, 3 genç idam sehpasına öç alır gibi gönderilmiştir. Tek suçları tam bağımsız bir Türkiye istemeleriydi. Siyasi liderlerin inatlaşmasıyla ve yolsuzluklar içinde 1980 darbesine gelinmiştir.1980 darbesi tüm özgürlükleri yok etmiş, tam tersine dincileri, yobazları koruyup kollamıştır. 1980 ve sonrası dönemde yabancı yayın okumak bile suçtu, tutuklanma nedeniydi. Silahların gölgesinde Turgut Özal ülkemizi 1990 yılına kadar yönetti. Ülke bu dönemde tüm değerlerini para uğruna kaybetti. Tüm örgütsel, dernek faaliyetleri yasaklandı. Sözde bu dönemi, elinde iktidar erkini bulunduranlar liberalleşme diye, herkes her istediğini ekonomik yönden yapıyor diye özgür ve başarılı gösterirler. İşte bu dönemde PKK terör örgütü palazlandı, dinci akımlar palazlandı. Bu dönemde Başbakan “anayasayı bir defa çiğnesem ne çıkar” ünlü sözünü söyledi. Yine “vergi ver de kaynağı önemli değil” dedi. Ülkemiz böylelikle yasa tanımayan, insan değerlerinin yok edildiği ama parasal değerlerin hüküm sürdüğü bir yer oldu. Sonra Süleyman Demirel ilk-san yolsuzluğunda “verdiysem verdim bana kim karışır” sözüyle tarihe geçen Özal’dan sonra ikinci isim oldu.

1990 yılından itibaren ülkemiz koalisyonlar ülkesi oldu. Yapılan bunca hatadan sonra, kanun tanımamazlıktan sonra bir sürü faili meçhuller oluştu, değerlerimiz öldürüldü. Çünkü emperyalist güçler yerli işbirlikçilerle beraber emellerine ulaşmak için hiç durmadılar.

Sanki uluslararası emperyalizm, Türkiye ile oyun oynadı ve bugünün ılımlı İslamcılarına zemin hazırladı. YIĞINLAR SİYASETTEN uzaklaştırıldı, siyasetten nefret ettirildi. 1990-2000 arası koalisyonlar dönemi olarak yaşandı. Örneğin, Necmettin Erbakan bile bu dönemde başbakanlık yaptı. Çöllerde ki çadırda Kaddafi karşısında, ülkenin ayaklar altına alındığı günleri Erbakan ile yaşadı ülkemiz.   Koalisyonlardan darbeyi önce CHP aldı. Sonra AP geleneğinden gelen DYP… Son koalisyondaki DSP, ANAP ve MHP hükümetteki sürelerini kullansalar, ERKEN SEÇİME GİTMESELERDİ belki de 12 yıldır astığı astık kestiği kestik türünden iktidarlık yapan AKP iktidarı olamayacaktı. Çünkü alınan acı reçeteler ekonomide ki tıkanmayı kaldırmış, piyasa rahatlamıştı. Alınan Bu tedbirlere AKP uzun dönem zaten hiç dokunmadı.

Kıbrıs fatihi olan ve O zamanda ABD’ni dinlemeyip afyon ekimini yasaklamayan Ecevit, arkasından bir sürü ambargo yiyen Karaoğlan, Apo olayında tereddütlü davranıp Apoyu koruma altına almasaydı büyük ihtimal bugün AKP diye bir parti olmayacaktı.

Kürt sorunu haline gelen doğudaki ekonomik ve kültürel sorunlar, doğuda ki sınıfsal sorun hiç olmayacaktı, Türkiye cumhuriyeti bugünkünden daha iyi bir konumda olacaktı.

AKP dönemine baktığımızda Önce AB için, sonra sözde Kürt sorunu! İçin devamlı açılımlarla vakit geçirildi. Açıla açıla bir türlü gerçek demokrasiye kavuşamadık.1980 darbesi ile hesaplaşma uğruna sosyalistler ve komünistlerden, hatta bazı aklı evvel sosyal demokratlardan bile 12 Eylül 2010 referandumundan oy alan AKP, bir türlü İleri demokrasiye ulaşamadı. Çünkü onların amaçları zaten demokrasiyi kullanmaktı 12 Eylül darbe anayasasının kendilerine göre fayda sağlayan taraflarına bir türlü dokunmadılar, kaldırmadılar. Hâlbuki iyi niyetli olsalar, bir kanunla tüm muhalefetinde desteğini alarak bu işi çoktan bitirebilirlerdi. Veya referandumda, duran darbe maddelerini de halkın önüne koyabilirlerdi. Ama onlar ancak demokrasinin koruyucusu, can suyu konumunda ki hukuk sistemine ulaşmak ve gerekenleri kendi lehlerine çevirebilmek için ilgili maddeleri diğer maddelerin içlerine koydular. Bunları da kendilerini baş devrimci sayanlar bir güzel yuttular. Yetmez ama evet dediler, değişikliklere.

Bugün hukuk sisteminin çöküşünün esas sorumluları bunlardır. Bakın, AKP son yıllarda AB ye girme konusunda hiç söz ediyor mu? Kendileri de biliyor var olan darbe yasaları ile bu mümkün değil. İşi gücü iktidarını sürdürmek, Kürt kökenli vatandaşları kandırmak için açılımlarla, akil adamlar ortaya koyarak, onları kalkan yaparak DEMOKRASİ GETİRECEĞİZ SİZLERE DİYEREK oy peşindeler ve oyları da şimdilik alıyorlar.

Ama bir türlü Kürt kökenli vatandaşlara ne vereceklerini hiç söyleyemediler. Kan dursun, dursun da, ne ile neyin karşılığı bunlar bilinmeyenler… AKP’nin tek amacı, 1923 doğum tarihimiz ile 2023 de rövanş almak. Tüm devrim yasalarını yok etmek, laikliği yok etmek. Bir tek Aponun ev hapsine çıkarılmasından söz ediyorlar o kadar. Onların söylemediklerini PKK destekçisi vekiller ve belediye başkanları söylüyorlar. En azından Özerk bölge, ilerisinde nihai hedef bağımsız Kürt devleti. Bu bana kedi fare oyununu hatırlatıyor ama çok tehlikeli bir oyun… Birde Selehattin Demirtaş’ın niyeti bozuk. Bir iftar sofrasında hem de mübarek günde dedi ki “tek inanış da olmaz, tek dilde olmaz” Hani özerklik istemiyordun Sayın Cumhurbaşkanı adayı, ne oldu?

Bugün iktidarın başı sanki Türkiye’deki tüm sorunları çözmüş gibi Cumhurbaşkanlığına soyundu. İşsizlik almış başını gitmiş, iç ve dış borç üç kat artmış bir ekonomi var. Sanki bu sorunlara engel cumhurbaşkanları olmuş gibi… Sanki AB sorununda cumhurbaşkanları kendisine engel çıkarmış gibi. Sanki özgür bir Türkiye, yolsuzluklardan arınmış bir Türkiye yaratmak için cumhurbaşkanları ona engel olmuş gibi. Cumhurbaşkanı olduğunda tüm bu sorunları çözecekmiş gibi yine halktan yetki istiyor. Bunun aslında amacı bana göre cumhurbaşkanlığına kaçmak. Tam dokunulmaz zırhına bürünmek. Demokratik sistemde sorunlar varmış ona ne! Emekli, memur sürünüyormuş, çiftçi bitmiş, Türkiye’de en iyi kazanç faiz geliri olmuş, işsizlik %10 olmuş kimin umurunda…

Sonuç olarak Demokrasi, doğrudur asla direkt bir mide sorunu değildir, ortak alınan kararlar ile tüm toplumun çıkarı için herkesin midesine giden yolları açan bir olgudur.

0
Paylaşım