Menu
RSS

Cumhuriyetin 2. Yüzyılı Başında Tarımın Durumu: Orhan Sarıbal - CHP Bursa Milletvekili

Cumhuriyetin 2. Yüzyılı Başında Tarımın Durumu: Orhan Sarıbal - CHP Bursa Milletvekili

Türkiye; sahip olduğu toprak ve su varlığı, coğrafi konumu ve iklim koşulları nedeniyle tarım potansiyeli yüksek bir ülke.

Ancak gerek ürettiği üründen emeğinin karşılığını alamayan gerekse de kamudan yeterli ölçüde desteği görmeyen çiftçilerimiz hızla topraktan, üretimden kopuyor.

Cumhuriyetimizin kuruluş öyküsünde ülkemizin öz kaynaklarının doğru kullanım ve teşvikiyle tarımın genç Cumhuriyetin kalkınma sürecinin bel kemiği olduğunu söylemek şart. Bugün ülke ekonomisinin iktidarın, alışıldık hatalı deyişiyle “yanlış politikalarıyla” çökme noktasını çoktan geride bırakıp artık

“sömürgeleştirilmiş” seviyede bulunduğunu vurgulayarak, geçmişten bugüne bakmayı ve bir değerlendirme yapmayı çok önemli bulduğumu söylemeliyim. “Yanlış politika” vurgusunu ise ilerleyen satırlarda açmak üzere bu aşamada sadece bir “yanlış” olmadığını,

olan bitenin “açık kasıt” olduğunu söylemekle yetineceğim.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında gerek bitkisel üretimde gerekse hayvan sayısında I. Dünya Savaşı öncesine göre büyük azalma söz konusuydu. Örneğin buğday üretimi 1914 yılında 3.8 milyon ton iken 1922’de 2 milyon tona gerilemiş, sığır sayısı 6.2 milyon baştan 4 milyon başa,

koyun sayısı ise 16 milyon baştan 15 milyon başa düşmüş, sekiz yıl süren savaş yıllarında ülke büyük nüfus kaybına uğramıştı. Çiftçinin kullandığı tarım aletleri hem ilkel hem de yetersizdi ve Osmanlı döneminden kalan âşar vergisi çiftçinin üzerinde büyük bir yük oluşturuyordu.

Çiftçi ihtiyaç duyduğu krediyi yüksek faizlerle tefecilerden temin ediyordu ve milli gelirin hemen hemen yarısı tarımdan geliyordu.

1923-1938 yıllarını kapsayan Atatürk dönemi, Osmanlı’dan kalan enkazın; harabeye dönmüş yoksul bir ülkenin yeniden yapılandırılma dönemidir. Ulusal ekonominin temelini tarım olarak gören Atatürk, tarımda kalkınmaya büyük önem vermiştir.

Kendi sözleriyle; “Milli ekonominin temeli tarımdır” ve “Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi köylülerdir.  Herkesten çok refah, saadet ve servete layık olan köylülerdir”. Bu anlamda, Cumhuriyetin ilk icraatlarından birisi âşar vergisini kaldırmak olmuştur.

Böylece tarımsal gelişmenin önündeki engellerden biri kaldırılmış, yanı sıra tarım teknikleri ve aletlerinin modernize edilmesi önceliklendirilmiştir. Tarım kursları, okulları açılmış, çiftçiye traktör ve pulluk dağıtılmıştır. Ziraat Bankası’nın sermayesi artırılmış,

kredilerin küçük üreticilere yönlendirilmesine ilişkin kanun kabul edilmiştir. 1926 yılında tarım kredi, 1936 yılında ise tarım satış kooperatifleri kanunları çıkarılmıştır.

1925 yılında hayvancılıkta et ve süt verimini artırmak adına ıslah çalışmaları başlatılmış, bunun için 1926 yılında Hayvan Islah Kanunu çıkarılmıştır. Bu dönemde hayvancılık koruma altına alınmış, hayvancılık yapan çiftlikler teşvik edilmiş, damızlık hayvan dağıtımı yapılmış ve birçok ilde hayvan pazarları açılmıştır.

O gün ulusal kalkınmayı sağlayan bu çok yönlü stratejiyle ülkemiz tarımda hızla kendi kendisine yeten ülke konumuna gelmiş, kısa sürede ülke ekonomisinde üretimin gücüyle belirgin bir ivmenin temel taşı olmuştur. Ancak bu çalışmalar kuruluşun ardından iktidar çatışmalarına maruz kalmış,

sağ iktidarlar dönemlerinde de sürdürülmediği için Türkiye bugün hayvancılıkta ithalata tamamen bağımlı hale gelmiştir.

Atatürk döneminde oluşturulan Devlet Ziraat İşletmeleri ve Zirai Kombinalar birleştirilerek çiftçilerin tohumluk ve damızlık hayvan ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla 1950 yılında kurulan Devlet Üretme Çiftlikleri (TİGEM), hayvancılığa destek sağlamak amacıyla 1952 yılında kurulan

Et ve Balık Kurumu (EBK), 1956 yılında kurulan Yem Sanayi AŞ (YEMSAN), 1963 yılında kurulan Türkiye Süt Endüstrisi Kurumu (TSEK) 1980’li yıllara hakim olan neoliberal politikaların elinde verimsiz hale gelmiş, elden çıkarılmış ve  kamunun hayvancılık alanında üstlendiği rol,

yerini özel sektöre bırakmaya başlamıştır. Bu kapsamda SEK, EBK ve YEMSAN gibi hayvancılığa destek olan KİT’lerin özelleştirilmesiyle tarım yeni bir darbeyle gerilemiş, üretimin ekonomiye katkısı sekteye uğramıştır.

***

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle IMF ve Dünya Bankası programları eşliğinde yabancı sermaye girişlerine ve ithalata dayalı bir modele geçilmiş; bu çerçevede dış ticaret de liberal politikalardan nasibini almıştır. AKP iktidarı da uyguladığı politikalarla gerilemeyi derinleştirmiş,

12 Eylül darbesinin ürünü ve sürdürücüsü olduğunu ortaya koymuş, 21 yıllık iktidarında üretim yerine ithalat öncelenmiş; Türkiye tarım ürünleri dış ticaretinde net ithalatçı konuma düşmüştür. Tarım üretimiyle dünyaya örnek ve lider konumda olabilecek bir ülkenin ithalata bağımlı hale gelmesi

ne yazık ki sadece tarım ve gıda ürünleriyle sınırlı bir gerilemeyle de kalmamıştır. Özellikle kimyasal gübreler, tarım ilaçları ve mazot gibi girdilerin de büyük ölçüde dışa bağımlı hale getirilmesiyle derinleşen sorunlar ve çokuluslu şirketlerle işbirlikçi tutum bugün çiftçinin ölüm fermanı haline gelmiş durumda.

1980’li yıllara kadar büyük ölçüde kendini besleyebilen bir ülke olan Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesinden sonra uygulanan neoliberal politikalarla tarımı çökertme sürecinin temelleri atılmıştır. Nasıl? IMF-Dünya Bankası önerileriyle tarıma verilen ürün ve girdi destekleri kaldırılmaya başlandı.

Buna karşılık her türlü tarımsal ithalatın serbest bırakılması, sermayeyi yabancı ve büyük firmaların elinde şekillenen bir oyun alanı haline getirerek üreticinin gün günden zayıflamasına, ağır ekonomik yük altında ezilerek üretimden çıkma noktasına gelmesine sebep oldu.

1999 yılından sonra IMF ve Dünya Bankası ile yapılan anlaşmalar gereği bu politikalar günümüzde çok daha vahşi şekilde uygulanıyor. Tarımdaki tüm fiyat, girdi ve kredi destekleri kaldırılarak, üretimle hiçbir ilişkisi bulunmayan doğrudan gelir desteği (DGD) sistemi gerçek üreticilere hiçbir katkı sağlamadığı gibi,

daha çok tarımla uğraşmayan arazi sahiplerinin yararına şekilleniyor. IMF-Dünya Bankası patentli programlar 2002 yılı sonunda kurulan AKP hükümetleri tarafından tavizsiz bir şekilde yürütülmeye devam ederken, AKP’li yıllarda uygulanan emek ve üretim karşıtı,

ithalata dayalı sömürge tarım politikalarının yıkıcı sonuçları bu süreçte iyice gün yüzüne çıkmaya başladı.

***

Tarımsal girdilerin üretim ve dağıtımını yapan KİT’lerin özelleştirilmesiyle piyasa özel şirketlerin kontrolüne girdi, böylelikle kamunun fiyat düzenleyici rolü bitirilmiş oldu. Girdi fiyatlarını tekelci şirketler ve döviz kurundaki değişmeler belirlediği için üretim maliyetleri sürekli olarak yükseliyor.

Hububat ve bazı baklagiller dışındaki ürünlerde alım fiyatlarının belirlenmesi bu şirketlere bırakılmış durumda. Özellikle fındık ve tütün piyasalarında hâkim olan yabancı şirketler ürün fiyatlarını maliyetlerin altında veya başa baş açıklayarak büyük miktarlarda alım için kendi karlılıkları için sektörü domine ederek üreticiyi eziyor.

2006 yılında çıkarılan Tarım Kanunu ile tarıma verilecek desteklerin milli gelirin yüzde 1’inden az olamayacağı hükmü getirilmesine karşın verilen destek miktarı yüzde 0,5 ve daha altında kalmaya devam ediyor. Son yıllarda destekler önce yüzde 0,4’ün altına,

2023 yılında ise yüzde 0,24’e kadar geriledi. Son 20 yılda çiftçiye verilen destekler 21 kat artarken, çiftçilerin bankalara olan borçları 112 kat artmış durumda. Çiftçinin tarlaya tohumu ekmesinden önce açıklanması gereken destekler, hasattan sonra açıklanarak gecikmeli olarak ödeniyor.

Örneğin 2023 yılında tarım ürünlerine verilecek desteklerin çok büyük bir kısmı üründe hasat bittikten sonra açıklandı. Tarıma yapılan nakit desteğin 10 katı fazlasının ranta faiz olarak ödendiği gerçeği ise işin gözden kaçan çok önemli bir boyutu.

Destekler giderek daha fazla başlık altında ödenerek, çiftçi daha fazla destekleniyor havası yaratılmak istense de çok yetersiz kalan uygulama çiftçilerin banka borçlarını artırıyor.

Sözleşmeli üretim uygulaması devlet tarafından yaygınlaştırılırken bu uygulama küçük üreticilerin tarım ve gıda şirketlerine bağımlılığına ve kendi toprağında köle haline gelmelerine yol açmaya devam ediyor. Verilen desteklerin düşük, üretim maliyetlerinin yüksek olmasına bağlı olarak

çiftçilerin ürünlerini değerinde satamamalarından dolayı özellikle küçük üreticiler giderek yoksullaşıp tarımı terk ediyor.

***

Özetle; AKP’nin 21 yıllık iktidarında uyguladığı politikalarla üretmek ithal etmekten daha masraflı hale getirilmiş, stratejik ürünlerde üretim ya düşmüş ya da eski seviyesinde kalmış durumda. Nüfus artarken, üretim gerilemeye devam ediyor.

Türkiye tarımda ithalata mahkumken AKP’nin 2023 Seçim Beyannamesindeki “Hububat, baklagiller ve yağlı tohumlar öncelikli olacak şekilde yurt içi yeterlilik oranının yüzde 100’ün üzerinde tutulacağı” ise yalnızca bir halkla ilişkiler çalışmasından ibarettir.

Gerek ürettiği üründen emeğinin karşılığını alamayan gerekse kamudan yeterli ölçüde desteği görmeyen çiftçilerimiz hızla topraktan, üretimden kopuyor. Ekili ve dikili arazi miktarı 2002 yılında yaklaşık 26,6 milyon hektarken, 2023 yılında 23,9 hektara gerilemiş,

tarım alanları ise yaklaşık 2,6 milyon hektar azalmıştır. Stratejik ürünler olan hububat, bakliyat ve yağ bitkilerinde üretim ise nüfus artış hızına yetişemez halde. Zaten ot verimi düşük olan mera alanları, rant amaçlı kullanıma açılmaları nedeniyle iyice yetersizleştiğinden,

hayvancılık politikasının endüstriyel yeme bağımlılığı da kaçınılmaz durumda. Yem hammaddesinde ithalata bağımlılık oranı yüzde 50’yi çoktan aştı. Döviz kurundaki artışlarla birlikte yem fiyatları tırmanarak hayvancılığa büyük darbe vuruyor. Son iki yılda hayvan varlığımız 6,6 milyon baş azalmış durumda.

Sadece 2023 yılında canlı hayvan ve kırmızı et ithalatına 1 milyar 383 milyon dolar (32,7 milyar TL) ödendi. Hayvancılık destekleme ödemeleri ise bunun yarısı kadar yani 15,3 milyar liradır. Türkiye kendi çiftçisi yerine ithalat lobilerini ve çok uluslu tarım-gıda şirketlerini desteklemeye devam ediyor.

Çiftçilerin sorunları çığ gibi, artarak büyüyor. AKP’nin kırsal kesimi ihmal eden emek ve üretim düşmanı tarım politikaları nedeniyle özellikle küçük aile işletmeleri de hızla üretimden kopuyor. 2000’li yılların başında 3 milyon dolayında olan kayıtlı çiftçi sayısı günümüzde neredeyse 2 milyona geriledi.

Kırsalda yaş ortalaması giderek artarak günümüzde 55-60 yaşa dayanmış durumda. 2005 yılında tarımsal istihdamın toplam istihdamdaki payı yüzde 25 dolayında iken günümüzde yüzde 15’te. Bundan 20 yıl önce tarım sektörünün Gayrisafi yurt içi hasıladaki payı yüzde 10 dolayında iken

günümüzde bu pay yüzde 6’lara geriledi. Çiftçilerimiz başta olmak üzere kırsalda yaşayanlar, ülkemizde kişi başına düşen milli gelirin ancak üçte birini alıyor. Çiftçi başına gelir Avrupa ülkelerinden Almanya’da 45 bin dolar, Fransa’da 26 bin dolar, İtalya’da 16 bin dolar iken Türkiye’de ise 4 bin dolar civarında.

***

Günümüzde genç Cumhuriyetin kısa zamanda gelişmesinde, ekonomik kalkınmanın itici gücü olarak etkin rol oynayan tarım sektörü sınırsız doğal kaynakların ranta teslim edilmesi ve sömürge politikalarıyla bugün can çekime noktasında. Gıda erişimi herkes için evrensel bir hak olmaktan ziyade

herhangi bir meta ve önemli bir sermaye birikim yolu haline getirildi. Çok uluslu şirketler gıdayı büyük ölçüde kontrol ediyor. Dünyada tarım ve gıda sisteminde eşitsizlikler derinleşip, emek sömürüsü ve doğa tahribatı artarken küçük ölçekli aile işletmeleri sistemli ve bilinçli bir tasfiyeyle,

adlı adınca ifade etmek gerekirse, mülksüzleştirme ile karşı karşıya.

Türkiye; sahip olduğu toprak ve su varlığı, coğrafik konumu ve iklim koşulları nedeniyle tarım potansiyeli yüksek bir ülke. Ekolojik zenginlik ve ürün çeşitliliği bakımından dünyanın sayılı ülkelerinden biri. Ülkedeki bitki türü sayısı Avrupa kıtası ile hemen hemen aynı.

İnsan beslenmesinde hayati önemi olan birçok bitki türünün de gen merkezi. Ancak bu potansiyel sömürgeci uygulamaların doğrudan nesnesi halinde; buna bağlı olarak ihracat artırılamadığı gibi, ithalat da düşürülmüyor. Çünkü dış ticaret dengesinin ihracat yönünde sağlanabilmesi

ancak üretim maliyetlerinin düşürülmesi, destekleme araçlarının doğru ve amaca uygun olarak kullanılması ve istikrarlı politikalarla sağlanabilir.

En başta koyduğum şerhe dönecek olursak, bütün bu sürecin “yanlış” politikalarla ilgisi, kesinlikle düzeltilmesi gereken bir kavrayıştır. Ortada kategorik bir yanlış yok. İktidarın “liyakatsizliği” değil, “kararlılığı” söz konusudur. İktidar yurttaşları bağımlı hale getirme ve emeği sömürme konusunda

eşsiz bir kararlılıkla, yaptığı her şeyi bile isteye, kasten hayata geçiriyor. Marx’ın deyişiyle “Şeyleri yanlış adlandırmak, dünyanın kaosuna ortak olmaktır”. Bu nedenle sadece tarım özelinde de değil, herhangi bir konuda iktidarın yapıp ettiklerinde bir “yanlışı” değil,

iktidar “kastını” görmek bizler için daha gereklidir. Çünkü iç-sömürge politikalarını “yanlış politika” olarak tarif edersek, bunların “doğrusunu” tarif etmekte de geri duruma düşeriz.

yukarı çık
0
Paylaşım