Menu
RSS

“Türkiye’ye yeni bir rol biçilmek istenilmektedir ve bu rol içerisinde de Türkiye’ye özgü bir yarı başkanlık ya da başkanlık sisteminin getirilerek Cumhurbaşkanının yetkilerinin artırılarak tek adam yönetiminin hâkim kılınması amaçlanmaktadır”

-Gündemde birçok konu olmasına rağmen, şu kısa süre içerisinde ülkemizde en çok konuşulan konu mutlaka ki cumhurbaşkanlığı seçimi. Bu adaylardan birincisi, Tayyip Erdoğan, ikincisi Selahattin Demirtaş, bu iki ismin aday olarak alana çıkacağı belliydi. Ancak bir üçüncü aday var ki en sürpriz aday diye nitelemek mümkün, hiç adı sanı ortalıkta konuşulmayan Ekmeleddin İhsanoğlu. Sizce cumhurbaşkanlığı seçimlerini nasıl değerlendirmek lazım, aklı başında insanlar bu seçimlere nasıl bakması lazım?

Cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye’nin bence de en önemli gündem maddesi. Nedeni de şu; bu güne kadar 11 cumhurbaşkanı seçmiş Türkiye’nin bu cumhurbaşkanlığı seçimi ile bir ölçüde bir yol ayrımına doğru gidiyor olmasıdır. Bundan önceki cumhurbaşkanları seçimleri bildiğiniz gibi parlamentoda yapılıyordu. Parlamenter sistem içerisinde mecliste önerilen cumhurbaşkanı adayları birinci turda seçilemeyince ikinci turda partilerin uzlaşısıyla belli bir noktaya gelinip parlamentonun içinden ya da dışından bir aday gösterilip Cumhurbaşkanlığı köşküne oturtuluyordu. Devlet mekanizması içerisindeki en üst konumdaki yönetici bu şekilde toplum adına millet adına seçilmiş görev yapan milletvekillerinin mutabakatıyla orada görev yapmaya başlıyordu. Bu süreç içerisinde zaman zaman sıkıntılı durumlar yaşanmadı mı? Yaşanmıştır. Örneğin cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinin çok uzun sürmesi, aylar alması, parlamentonun kilitlenmesi, iş yapamaması.

Yine cumhurbaşkanlığı seçimi süreci içerisinde şu anda iktidar partisinde önemli noktalardakilerin dile getirdiği gibi işin ciddiyetine uymayan bir şekilde sanatçıların, şarkıcıların aday gösterilmesi gibi bu işin ciddiyetiyle bağdaşmayan adaylar gösterilse de bir mutabakatla cumhurbaşkanı seçiliyordu. Seçilen cumhurbaşkanı bir anlamda partilerin ortak adayı gibi, tüm toplumun adayı gibi seçilip görevlerini sürdürüyorlardı. Bu yaşanan sıkıntıları ortadan kaldırmak için AKP iktidarı tarafından 2012 yılında hazırlanan bir yasayla cumhurbaşkanının bundan sonraki süreçte halk tarafından seçilmesi öngörüldü. Bu seçim modeli belli ölçüde makul görülebilir. Yani halkın vekilleri yerine halkın bizzat kendisi tarafından cumhurbaşkanının seçilmesi de olabilecek yöntemlerden biridir.

Birinci turda seçilemezde ikinci tura kalma durumunda halkın belli bir kesiminin mutabakatıyla seçilme olasılığı vardır. Seçim birinci turda sonuçlanacak olursa ülkede yaşayan vatandaşlarımızın bir kısmının oyuyla seçilip Cumhurbaşkanı olacak ki o zaman tüm toplumun tüm halkın cumhurbaşkanı olarak nitelendirilmesi biraz zor olacak gibi görünüyor. Çünkü AKP iktidarı tarafından son yıllarda yürürlüğe sokulan ve halkı kutuplaştırmaya dayanan iktidarda var olma propagandası toplumda, halkta ciddi bir kutuplaşmaya, ayrışmaya yol açmıştır. Bu ayrışma süreci içerisinde halkın mensubu oldukları ya da gönül verdikleri siyasi partilerinin liderlerinin iradelerinin dışında, tasarruflarının dışında bir adaya oy vermelerine imkânsıza yakın zor görünüyor.

Açıkça şunu söylemek istiyorum; halkın yüzde 50 ‘ ye yakının oyunu aldığını iddia eden Sayın Başbakanın başkanı olduğu partinin gönüldeşleri, mensupları ilk turda büyük olasılıkla ağırlıklı olarak sayın başbakana oy vereceklerdir. Eğer böyle bir seçim gerçekleşecek olursa da herkesin ortak cumhurbaşkanı olması gereken tüm halkın, tüm kurumların Cumhurbaşkanı olması gereken bir adayın seçilmemesi söz konusu olacaktır. Bu anlamda ciddi riskler, ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Yine bu süreç içerisinde miting alanlarında cumhurbaşkanlığıyla ilgili yapılan basın toplantılarında, açık oturumlarda örtülü veya açık başkanlık sisteminin tartışılır olduğuna tanıklık ediyoruz.

Türkiye’ye yeni bir rol biçilmek istenilmektedir ve bu rol içerisinde de Türkiye’ye özgü bir yarı başkanlık ya da başkanlık sisteminin getirilerek Cumhurbaşkanının yetkilerinin artırılarak tek adam yönetiminin hâkim kılınması amaçlanmaktadır. Şu söylenebilir. Türkiye’deki yasalar ve anayasal yapı şu anda başkanlık sistemine müsait değil. Mevcut anayasa ile bir başkanlık sistemi getiremezsiniz Dolayısıyla bu bir niyet okumadır, sayın başbakan sadece cumhurbaşkanlığının yetkilerini kullanacak şekilde yorumlanabilir ve iktidar yandaşları böyle yorumlamaktadır.

Ama ben tersi olduğu düşüncesindeyim. Geçmişte yapılan bir takım düzenlemeler, çıkarılan yasalar ve yine Başbakanın şu veya bu şekilde gündeme getirdiği, bütün işlerin takipçisi olacağım, yatan bir Cumhurbaşkanı olmayacağım, icracı bir Cumhurbaşkanı olacağım söylemleri toplumun belli bir kesiminde böyle bir algının oluşmasına neden olmuştur. Ben kamuoyuna halkımıza geçmişi hatırlatmak isterim. Geçmişte Türkiye’deki ekonomik kalkınmışlığın tek merkezden planlandığı Devlet Planlama Teşkilatı’nın bu işlevinin sona erdirilerek Bölgesel Kalkınma Ajanslarının kurulmasının altında yatan gerçek şuydu; Bölgesel kalkınma ajansları ve ya yatırımların bölgesel olarak planlanması eyaletler biçimde yönetilen özerk yapıların olduğu ülkelerde geçerli olan planlamalardır.

Ve yine şuanda seçimlerden sonra yürürlüğe giren Bütün Şehir yasasıyla il özel idarelerinin kapatılması, bir anlamda yerel parlamento sayılan il genel meclislerinin kapatılarak bunların yetkilerinin yerel yönetimlere devredilmesi güçlü yerel yönetim anlayışı içerisinde sanki yerelde halkın iradesini yansıtacak bir yönetim kuruluyor gibi gösteriliyor. Böyle algılatılmaya çalışılsa da aslında yine özerklik ve federal yapıya doğru bir gidişin olduğunu ortaya koymaktadır. Yine Ortadoğu’da; Irak’ta, Suriye’de, İran’da yaşanan gelişmeler ve iç karışıklıklar ve bu iç karışıklıklar içerisinde bu bölgedeki etnik grupların bir anlamda federal yapıya doğru gitmeleri, özerk devletler oluşturmaya çalışmaları Türkiye’nin bu yapılardan gelecekte mutlaka etkileneceğini ortaya koymaktadır. Bütün bunlar bir araya geldiğinde sanki bunların bilerek bilinçli bir şekilde programlanarak bu noktaya getirilmiş olduğu görünüyor.

-Çok uzun süreden beri atılan bu adımlar deyim yerindeyse şimdiki dönemin oluşmasını sağlayan adımlar o zaman. Uzun süreden beri yapılıyor.

Tabi bir süreçtir bu. Bu şekilde planlama getiriliyor. Eğer Cumhurbaşkanlığı seçimini Sayın Başbakan kazanacak olursa erken bir seçimde ya da gelecek yıl yapılacak bir seçimde bu şekilde kazandığı bir ivmeyle parlamentoda Anayasa değişikliğini yapabilecek çoğunluğunu ele geçirdiği takdirde; Anayasayı da değiştirerek bu tür bir başkanlık sisteminin ve federal yapılanmanın, eyalet sistemine geçmenin yapı taşları daha hızlı bir şekilde döşenecektir diye düşünüyorum. Bu çerçevede cumhurbaşkanlığı seçimi hem devlet yönetimi anlamında hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği açısından çok önemlidir diye düşünüyorum. Yine yasaları uygulayan, yapıları ayakta tutan toplumu yöneten kişilerin yönetim anlayışları ve yönetim biçimleri de devletin yapısal şekli üzerinde çok önemli etki yapmaktadır. Bizim ülkemizde her ne kadar bütün partilerde siyasi partilerin genel başkanları partileri içerisinde etkin güç olmalarına karşın AKP içerisinde bu güç çok daha baskın olarak ortaya çıkmaktadır. Ve AKP’nin geleceği, programı, yaptığı bütün çalışmaları sayın başbakanın yetkileri dâhilinde ve iki dudağı arasındadır.

Tek adam yönetimine uygundur. Bu tek adam yönetimine uygun yapının cumhurbaşkanlığı makamına gelmesi durumunda Türkiye’deki kuvvetler ayrılığının bütünüyle ortadan kalkacağı ve yavaş yavaş hissedilen otoriter, baskıcı yönetimin toplumun tüm kesiminde etkin kılınacağı sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu da Türkiye’de bugüne kadar kırık dökük de olsa götürülen demokrasinin sonu anlamına gelmektedir. İnsan haklarının, ifade özgürlüğünün yeterince kullanılamaması anlamına gelmektedir ki bunun sonucunda Türkiye bir anlamda Ortadoğu ülkelerine benzemek durumunda kalacaktır.  

Hepimiz biliyoruz ki 1923’ten sonra kurulan çağdaş, modern Türkiye Cumhuriyeti birçok Ortadoğu ülkesine örnek gösterilirken, modern, çağdaş bir yönetim anlayışı olarak tavsiye edilirken bu son uygulamalarla bu yapı tersine çevrilerek Türkiye’de aşiretlere dayalı, etnisiteye dayalı, mezheplere dayalı bir toplum ayrışmasının üzerine bir devlet modeli oturtulmaya çalışılmaktadır. Bu durum bu topraklarda yaşayan hiç kimsenin hayrına değildir. Bu anlamda 10 Ağustos’ta sandığa gidecek halkımızın adayların kişiliklerinin yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği açısından planlanan, kurgulanan bu yapısal dönüşümü de dikkate alarak oylarını kullanmaları, tercihlerini ona göre yapmaları çok önemli olacaktır.

-Cumhurbaşkanı adayları ortaya çıktığında deyim yerindeyse çok tartışılan isimlerin başında Ekmeleddin İhsanoğlu geliyor. Tartışmalarını temel nedeni neydi; özellikle kendine ulusalcı, cumhuriyet değerlerine herkesten çok sahip çıkan diye elbise biçenler tarafından Sayın Ekmeleddin Bey için “Tayyip’in kopyası” diye nitelendirilerek ciddi bir tepki gösterdiler. Gerçi son zamanlarda bu kesimin sayısı oldukça azaldı ancak bu karşı çıkış söylemlerinden yola çıkarak “ben oy vermeyeceğim” mantığını nasıl değerlendirmek gerekir?

Şimdi Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu’nu Sayın Başbakanın bir kopyası olarak algılamak Sayın İhsanoğlu’ na biraz haksızlık olur. Birebir aynısı gibi değerlendirmek doğru değil. İlk adaylar açıklandığı zaman ben de kendi kendime bu toplumda çağdaşlık adına, kalkınmışlık adına, demokrasi adına, insan hakları adına, çağdaş bir Türkiye Cumhuriyeti adına beklentisi olan insanların adayı olabilir mi? sorusunu ben de kendime sormuştum. Ama süreç içerisinde ben de dâhil olmak üzere bu tür endişeleri, çelişkileri kafasında taşıyan insanların kafalarının daha netleştiği, berraklaştığı bir süreci yaşadık. Türkiye’de parlamenter sistem içerisinde partilerin aldıkları oylar belli, oy dağılımı içerisinde AKP dışında hiçbir partinin kendi seçmen tabanına dayanarak özellikle birinci turda cumhurbaşkanı adayını seçtirmesi şansı yok. Bu bir realitedir. Seçmen niteliğine bağlı olarak, bölgesel dağılımına bağlı olarak bazı yerlerde farklı sonuçlar görülebilir. Antalya’da durum farklıdır. Kars’ta durum farklıdır. Ağrı’da durum farklıdır.

Edirne’de durum farklıdır. Yozgat’ta, Konya’da durum farklıdır. Siyaseti Türkiye’nin coğrafi konumuna, Türkiye’nin sosyal yapısına, Türkiye’de dini figürlerin toplum yaşamına, siyasete egemen olmasına bakarak değerlendirmek gerekir. Eğer amaç bu süreç içerisinde Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini koruyan, yapının muhafazasına yönelik ve seçimi kazanabilecek bir cumhurbaşkanı adayı gösterilecek ise Eklemeddin İhsanoğlu’nun kimliğinde bir aday da olabilir sonucuna varmak mümkün oluyor. Tabiî ki herkes kendini ifade edebilecek, kendinden hissedebileceği veya kendini onda bulabileceği bir cumhurbaşkanı adayı olmasını isterdi. Bu benim de talebimdi. Ama dediğiniz gibi göz göre göre devlette birtakım yapısal değişiklikler oluyorsa, devlet giderek otoriterleşiyorsa, devlette bu gün güçler ayrılığı yok edilmişse, yargı hallaç pamuğu gibi atılmışsa, Emniyet teşkilatı şucu bucu diye ayrıma tabi tutulmuşsa, bir gün bir yapının elemanları sürdürülür yok edilirken bir gün sonra o yapının elemanlarını süren, yok eden, kaldıran veya etkisiz hale getiren güçler daha önceki yapıları yok ediyorsa yani bir anlamda hukuk ayaklar altına alınmışsa hukuk çiğnenmişse bu sürecin daha farklı algılanması daha farklı yorumlanması gerekir diye düşünüyorum.

-Bu konuda şöyle diyebilir miyiz, bu seçim her şeyden önce bu cumhurbaşkanlığı seçiminin oylanması değil deyim yerindeyse parlamenter rejimin yok edilip edilmeyeceğinin oylanmasıdır?

Ben kendi açımdan böyle bakıyorum. Bu şekilde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Söyleşimizin birinci bölümünde buna dikkat çekmek istemiştim. Halkımız buna göre tercihini yapmalıdır. Sayın Başbakan mı çok daha iyi cumhurbaşkanı olabilir, Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu mu daha iyi cumhurbaşkanlığı yapabilir veya Sayın Selahattin Demirtaş mı çok daha iyi cumhurbaşkanı olabilir, hangisi daha donanımlıdır diye bakmak yerine bu adaylardan hangisinin Cumhuriyet’in temel ilkelerini koruyabileceğine bakmak gerekir. İnsan haklarına dayalı, dinin siyasete alet edilmediği, dinin siyasete karışmadığı, siyasetin dine karışmadığı bir anlamda insanların özgürce ibadetlerini yaparken devletin temel niteliklerinin korunduğu, laikliğin korunduğu, toplum yaşamında bilimselliğin çağdaşlığın korunduğu, bilimsel alanda teokrasi yerine dünyadaki gelişmelerin dikkate alındığı, üniversitelerin buna göre kurgulanıp şekillendiği, üniversite rektörlerinin buna göre atandığı ve yargı mensuplarının tarafsızlık içerisinde toplumsal hukuku koruyacak, gözetecek bir cumhurbaşkanını seçmek en doğrusudur diye düşünüyorum. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun tanınmadığı ifade ediliyor. Bu tanınmazlık bazen avantaj da olabilir. Gerçi son süreçte tanınırlığı artmaya başladı.

Adayların arasında çok iyi tanıdıklarımız olduğu için diğer adayları çok da tanıma ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Sayın Başbakanın üçüncü döneminde ülkenin nereden nereye geldiği ortadadır. Özgürlüklerin ne derece tırpanlandığı ortadadır. Toplumun siyasi partilerden başlayarak yargı mensuplarına, emniyet teşkilatına, meslek odalarına, sivil toplum örgütlerine kadar nasıl baskı altına alınmaya, susturulmaya çalışıldığı ortadadır. Nasıl yandaş basınlar yaratıldığı, yolsuzlukları usulsüzlükleri ortaya çıkaran kişilerin nasıl usulsüzce suçlandığı, binlerce insanın uyduruk davalarla hapiste tutulduğu, çürütüldüğü daha sonra bunların yine iktidarın iradesiyle “pardon yanlış yaptık”, ”sizi serbest bırakıyoruz” denildiği ortadadır. Ülkeyi bu güne kadar bu şekilde yönetmiş bir adayın gelecekte neler yapacağını tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Fal açmaya gerek yok, Her şey ortada bellidir. Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu söylemleriyle toplumun tamamını kucaklayacağı iddiasındadır. Dini siyasetin dışında tutacağını açık yüreklilikle ifade etmektedir. Ortadoğu’ya bakış açısı bellidir. Son Filistin- İsrail çatışmasına, Gazze’de yaşanan olaylara sadece lafla müdahale edilemeyeceğini, Türkiye’nin bir takım icraatlarda bulunması gerektiğini söylemiştir. Devletin tutarlı hareket etmesi gerektiğini söylemiştir. Halkı avutmak için ülkelerin dış politikalarını yanlış bir şekilde halka anlatmak ve ya dışarıda başka şeyler yapıp içeride başka şeyler anlatmanın yanlış olduğunu, bunun ülkenin geleceği adına birtakım yanlışlar getirebileceğini ifade etmiştir. Sorumlu bir devlet adamı, sorumlu bir insan imajı çizmektedir.

- İhsanoğlu konuştukça kendilerine ulusalcı diyen kesimlerden de ciddi destek gelmeye başladı. Bu destek Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili düşüncelerini, laiklikle ilgili düşüncelerini açıkladıkça mı artmıştır?

Aslında ben toplumun ulusalcılar ve gayri ulusalcılar diye ayrılmasını çok doğru bulmuyorum. Herkesin kendini tanımlama biçimi var. Kimisi kendini ulusalcı diye tanımlıyor, kimisi yurtsever diye tanımlıyor. Kimileri ise kendini milliyetçi diye tanımlıyor. Önemli olan herkesin farklı siyasi düşünceler içerisinde bu ülkenin geleceğine yönelik olarak temiz halisane duygular taşımasıdır. Eğer bu duyguları taşıyorsanız, ülkenin geleceği ile ilgili aynı kaygıları paylaşıyorsanız bence herkes ulusalcıdır. Herkes yurtseverdir. Ben şahsen olaya böyle bakıyorum. Bu anlamda hiç kimseyi de belli kesimler hariç Atatürkçü ya da Atatürk karşıtı diye, ulusalcı ya da milliyetçi diye ayırmayı çok doğru bulmuyorum. Eğer amacımız çağdaş, kalkınmış, insan haklarının bütün kurum ve kurallarıyla tesis edildiği, demokrasinin bütün kuram ve kurallarıyla yerleştiği, hukukun üstünlüğünün sağlandığı bir ülkede yaşamak istiyorsak, bu amacı taşıyorsak hepimizin niyeti ortak demektir. Bu ortak niyet etrafında, bu ortak payda etrafında birleşerek ülkenin geleceğine yön vermek durumundayız. Bu süreç içerisinde herkes üzerine düşeni yapmaya çalışıyor. Meslek odaları olarak da bizim sorumluluğumuzda başta üyelerimiz olmak üzere tüm halkımızı sandığa gidip oy vermeye davet etmektir.

Farklı siyasi görüşlere mensup üye tabanına sahip odalar olarak halkımıza ya da üyelerimize gidin şu adayı destekleyin dememiz çok doğru olmaz. Ama meslek odalarının kırmızıçizgileri vardır. Ziraat Mühendisleri odasının kırmızıçizgileri vardır, Vahap Tuncer’in de kırmızıçizgileri vardır. Bu kırmızıçizgiler de Anayasa’nın başlangıç ilkelerinde ifadesini bulan Cumhuriyetin temel niteliklerini sahip çıkmaktır. İnsan haklarına sahip çıkmaktır. Laikliğe sahip çıkmaktır. Çünkü laikliğe sahip çıkmadan çağdaşlığa sahip çıkamazsınız. Din ve eğitimi, din ve siyaseti birbirinden ayırmadan bilimsel verileri toplumda kullanamazsınız. Gençliğinizi bilimsel bir eğitimden geçiremezsiniz. Dolayısıyla çağdaş medeniyet seviyesine ulaşamazsınız. Bunları savunmak hepimizin ortak sorumluluğu, ortak görevidir. Biz üyelerimizi veya halkı sandığa gitmeye çağırırken de bu kriterleri dikkate alarak oy kullanın diyoruz.

Bu tercih halkımızın kendi tercihidir. Ve inanıyorum ki bizim yaptığımız uyarılar çerçevesinde doğru tercihlerde bulunacaklardır. Yani bu süreci böyle algılamak böyle yorumlamak bütün aydınların ortak sorumluluğunun gereğidir. Bir aydın aymazlığı içerisine düşerek bu sürece ben müdahil olmuyorum seçimleri protesto ediyorum, seçimlere katılmıyorum, tatilimi yarıda kesmiyorum, bu adaylardan hiçbiri beni tam olarak ifade etmiyor, ne olursa olsun ne halleri varsa görsün demek doğru değildir. Bu tutum o aydınların veya bu aymazlığın içerisinde olan çevrelerin hiç de ummadıkları hiç de görmek istemedikleri bir sonuçta yüz yüze gelmelerine neden olacaktır. Bütün bu sonuçları dikkate alarak herkesin yurttaşlık görevini yerine getirmesi, sandığa gitmesi öyle ya da böyle doğru gördüğü adaya oy vermesi en doğru sudur.

- Şöyle bir anlayış da var sanki cumhurbaşkanlığı seçimi için belirlenen tarih bilinçli seçildi. Nasılsa sosyal demokratlar yazın tatile gider ya da yazlığa gider rahatlarını bozup da sandığın başına gitmezler ve ramazan ayına denk gelmesi, yani 10 Ağustos tarihi bu özellikler göz önüne alınarak bilinçli mi seçildi size göre?

Tarih biraz kuşkulu tabi. Türkiye’ de yerel ve genel seçimlere baktığınız zaman ya ilkbaharda ya da sonbaharda seçim yapılır. Yani okulların kapalı olduğu tarihlere denk getirilerek cumartesi- Pazar yapılır. Ben bildim bileli seçimlerin büyük çoğunluğu şu an tek tek tarihler aklımda değil ama ya ilkbaharda ya sonbaharda yapılmıştır. Yaz ortasında bir seçim yapmak hakikaten manidar. Bir anlamda şöyle düşünüyorum; acaba Sayın Abdullah Gül’ün görev süresi bu süreçte bitiyordu da mecliste ona göre mi seçildi?. Kamuoyunda şöyle bir algı var. Hem yaz tatiline, hem de Ramazan ayına getirilerek toplumun dini duygularının üst seviyede seviyeye çıktığı, insanların dine daha çok yöneldiği ve iftar yemeklerinin, teravih namazlarının kılındığı, ibadetlerin daha yoğun yapıldığı, cemaatin çok daha fazla bir araya geldiği bir ortam kullanılarak iktidar partisine bir avantaj sağlanmış görünüyor.

Keşke bu tür dedikoduların olduğu yapı yaratılmasaydı. Keşke seçimler eşit koşullarda sürdürülebilseydi. Burada en büyük adaletsizlik de mevcut üç adayın aynı koşullarda yarışmamasıdır. Sayın Başbakan bütün devlet olanaklarını kullanarak, devletin ulaşım araçlarını, propaganda araçlarını, parti teşkilatını kullanarak propaganda yapmaktadır. Diğer iki aday ise kendi olanaklarıyla kısıtlı olanaklarıyla kendi açtıkları hesaplara yatırılan bağışlarla kampanyalarını sürdürüyorlar. Siyasette uzun zamandır hep şöyle bir şey söylendi: Türk halkı mağdurun yanındadır diye. Halkımız inşallah bu seferki mağdurları iyi ayırt eder. Gerçek mağdurların kim olduğuna daha çok dikkat eder.

0
Paylaşım