Menu
RSS

Özet:  Tesettür’, ‘örtünme’, ‘çıplaklık’, ‘namus’, ‘dindarlık’, ‘özgürlük’, ‘kadın hakları’, ‘iffet’ gibi iki ucu keskin tüm kavramlar, bu konjonktürün dayatmasıyla başörtüsü ile ilintilendirilmiş; öyle ki başını örtmek iman-küfür ilişkisinde kırmızıçizgiyi belirleyen bir uygulama olarak telakki edilmiştir.

Oysa başörtüsü, yüklenen siyasal, sosyal ve hukuksal anlamları dışında, teolojik ve antropolojik olarak yalnızca bedenin bir parçası olan baş’ın örtülmesi anlamına gelmektedir ve dinimizce farz olduğu kesin olarak söylenemeyecek bir uygulamadır. Ama bu başörtüsü söylemi, tüm bedenin örtülmesi, iffet ve namusun korunması, kadının kutsanması ya da aşağılanması ve özgürleştirilmesinden tutun, inanıp inanmamada bir ölçüt sayılmaya kadar vardırılmıştır. Kadının avreti ve mahremiyetini dile getiren biricik simge sayılmış; diğer yandan da, “cariyeler” bu ‘namus ve iffet simgesi’ne -belki de daha az kadın addedildikleri için- layık görülmemişlerdir. Başı örtme biçim ve tarzı ne kadar farklılıklar gösterirse göstersin, başa örtülen şeye, “başörtüsü” türban”, “yazma”, “ketene”, “oyalı yazma” gibi adlar vererek “örtme” eyleminin somutlanması olgusu üzerinde durmak gerekir.

İnsan Felsefesi ve Kadın

Sokrates’ten sonra insanı ve onun varoluş tarzını düşünce ve eylemin temeline yerleştiren felsefe, Descartes’in yerinde deyimiyle, “medeniyetin ölçüsüdür”. İslam Felsefesi de, bir bilim ve felsefe disiplininin bitişmesinden oluşan İslam düşüncesi ve tarihinin özel ve özgün adıdır.  İslam Felsefesi, İslam Düşüncesi Tarihi içinde, IX.-XIII. Yüzyıllar arasında yaklaşık dört yüzyıllık bir medeniyetin dile getirilişidir. Bu medeniyette de, tıpkı Batı’da olduğu gibi, belki ondan daha çok, insan odak alınmış; din bile, “nasılsa, öyle” yaratılan, var olan insan ve insan sorunu çevresinde biçimlenmiş, biçimlendirilmiştir. İnsanın kendi varlık özelliğinden başlayarak din, Tanrı ve Tanrısal buyruklar, insan için, insana göre ve insandan dolayı belirlenmiştir. XIII. Yüzyılda ise, insan kendinden, dolayısıyla Tanrı’sı ve dininden kopartılmış; tıpkı, Tanrı’nın insanın belirlemesine bıraktığı doğa gibi, insan da kendisini, felsefesiz bir tarihin betimlediği mevhum, yarı-insan-yarı erkek bir tanrıya ve onun yukarıdan belirlemelerine bırakmıştır. Artık bu yüzyıldan sonra felsefesiz bir din, felsefesiz bir tanrı ve nihayet felsefesiz bir insan vardır. Düşüncenin ve bilimlerin temeli olan felsefe, İslam dünyasında dinsizliğin kaynağı olarak suçlanmıştır. Oysa asıl sorun, felsefesiz bir dinin, varlığını, tüm insani yapı ve özelliklere dayatmasıdır.                    

Kuran’ın ilgili ayetlerine bakalım: “ Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten (benlik, töz, zat, öz) yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbinize saygısızlıktan sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’ın ve yakınların haklarına riayetsizlikten sakının”. (1)

“Tek bir nefis” (nefsun vahide), ne erkek ne de dişidir. Çünkü ondan erkekler ve kadınlar türetilmiştir. Çift kutuplu bir cinsiyet özelliği taşıyan tek nefs, Kuran’ın kadın ve erkeği ontolojik olarak eşit gördüğüne ilişkin en açık kanıtlardan biridir.

“Kadınlar sizin, siz de kadınların örtüsüsünüz”(2)  ayeti, erkekle kadının ahlaki ve insani yönden birbirini tamamladıklarını; kadınlar erkeklerin benzerleridir (birbirinin yarısıdır)(3) hadisi de, varoluşsal birlikteliği teyit etmektedir.

Bu denli açık ifadeleriyle Kur’an, erkek ve kadınları her durum ve iş konusunda teker teker anmakta ve insan tanımının, ancak ikisinin bütünlüğü göz önüne alınınca, mümkün olabileceğine işaret ederek, detaylandırmaktadır: “Doğrusu erkek ve kadın Müslümanlar, erkek ve kadın müminler, Allah’a boyun eğen erkek ve kadınlar, (O’na) gönülden bağlanan erkek ve kadınlar, oruç tutan erkek ve kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve kadınlar, işte Allah bunların hepsine bağışlanma ve büyük ödül hazırlamıştır.”(4) 

Yüce Tanrı’nın her insan yaratılışına yerleştirdiği örtünme duygusu ve dürtüsü, teolojik ve felsefi temelinden oynatılarak, başörtüsüne indirgenmiş; Kuran’da çıplaklık, “avret-i muğallaza”ya (arka ve ön)’ya dikkat etmemek; bedenin bu kısımlarını örtmemek iken, başörtüsü söylemi, başı ve saçı da bu kısımlara dahil etmiştir. Başörtüsü söylemi, bedenin ön ve arka kısımlarını örtmenin doğal ve dinsel gereğini gölgeleyecek kadar, örtü ve örtünmenin yerini tutar olmuştur.

Neden Örtünme, Neden Başörtüsü?

Zaman ve toplumsal koşullar değişir, “cilbab”lı ve “başörtülü” olanlar, toplum tarafından kötü yolun yolcusu olarak telakki edilmeye başlanırsa, bu kıyafetlerin hemen değiştirilmesi gerektiğini söyleyen bazı araştırıcılar, zımnen, başörtüsü söyleminin, kalıcı ve kesin bir dinsel emir olmadığını da belirtmiş olurlar.(5) Başörtüsü, Müslüman kadının kimliği, onun ayrılmaz bir parçası, onu çıplaklıktan kurtaran örtü ve kesin bir farzdır iddiası, Müslümanlıkta şekilciliğin hangi boyutlara kadar vardırıldığını gösteren en açık örneklerdendir. Oysa İslam’daki her emrin illeti ve gerekçesi, bütünüyle ahlak yasalarıdır. Manevi ve ruhi derinliğin ifadesidir.

Özellikle kadın konusu etrafında yoğunlaşan bu şekilcilik, yeni değildir. Cumhuriyet kurulmadan çok önce başlamış bir süreçtir. Ancak biz, çok daha gerilere gitmeden, Cumhuriyetimizin kuruluş arifesine rastlayan dönemde, bugünkü başörtüsü şekilciliği ve dayatmacılığını açıkça görebiliyoruz.

Şeyhülislam Musa Kazım’ın kadın ve örtünme ile ilgili sözlerine bakalım:

“Erkek ve kadının namus ve iffeti örtüye bağlıdır. Karı ile kocanın kendi iffet ve ismetlerini son derece muhafaza etmeleri ve korumaları ise, behemehal kadınların mesture (örtülü) olmalarına bağlıdır. Çünkü insanlarda ve umumiyetle kadınlarda rekabet ve kıskançlık hissi yaratılıştan gelen bir durumdur. Eğer bir kadın gayri mesture olarak rast geldiği erkekle görüşmekte, konuşmakta ve hatta istediği bir erkeği kendi evine kabul etmekte ve arzu ettiği erkek meclis ve mahfelerinde bulunmakta serbest kalırsa kocasından daha zarif, daha latif erkeklere, tabii ve gayrı ihtiyari olarak kendisinde bir meyil ve muhabbet hasıl olacağı….

1920’lerden önce tesettürle ilgili olarak verilen bu fetva tarzı hükümde, erkeğin namus ve iffeti de kadına havale edilmiştir. Namus ve iffetin biricik ölçüt ve işareti olan tesettür (daha sonra sadece başörtüsü söylemine dönüşecektir), kadının günlük yaşamını, sosyal ilişkilerini ve toplumda alması gereken rolü elde etmesini kolaylaştıracak bir enstrüman değil, tam aksine, en azından Musa Kazım’a göre, engelleyici, hadi bilemediniz kısıtlayıcı bir işlevsellik yüklenmiştir. ‘Mesture’ olarak bile bir kadının en meşru toplantılara katılması, ‘ ya davulcuya ya zurnacıya gider’ şeklindeki folklorik ve primitif bahaneyle hem de İslam adına, yasaklanmıştır.

Kur’an, tam da bu iddiaların tersini söyler. Kadınlar, sosyal hayatta, normal koşullarda ve toplumsal ilişkilerde erkeklerle bir arada olabilirler. Bu yasaklama İslam kaynaklı değildir. Kuran’da bir arada bulunmakla ilgili birçok ayet vardır. Kadınlara getirilen en küçük, ama adaletsiz kısıtlamaları bile Kur’an onaylamaz.  Tanrı, kadınlara seslenerek şöyle izin vermektedir: “ Sizin için evlerinizde ya da çocuklarınızın evlerinde, babalarınızın evlerinde yahut arkadaşlarınızın evlerinde yiyip içmenizde bir beis yoktur. Birlikte yahut ayrı ayrı yemenizde de bir sakınca yoktur.”   Erkek ve kadınlar, hicret ve Allah yolunda çaba sarf  etmek gibi en ciddi eylemlerde bile erkeklerle bir arada anılırlar. Camide, çarşıda, pazarda, ülke savunmasında hatta insanın bulunabileceği her yerde kadın vardır. Hz. Peygamber’in eşi Aişe’nin, Cemel Savaşı’nda askere komuta etmesi bu örneklerden biridir.

Bir başka örnek de İsmail hakkı İzmirli (868–1946)’nin sözleri:

“Kadının örtünme halini muhafaza etmesi, hakkında en büyük şeref ve saadettir. İslam dini, kadın hakkında tercih edilen bir hayır olan örtüye karşılık kadına bir takım menfaatler temin etmiştir: a. Kazanç temin etme yolları kadından düşmüş olmasına karşılık, erkek üzerine vaciptir. En ağır vazife olan geçim temini örtüye karşılık kadından kaldırılıyor. b. Cihat erkeğe vacip, kadına değildir. Örtü, ilim ve faydalı bilgi tahsil etmek için hiçbir zaman engel olmaz. Kadın ilmi ile, aklı ile yüceliyor. Kadına faydalı terbiyeyi vermek lazımdır.”

İzmirli, örtünmenin kadın hürriyetini sınırlandırmak olduğunu açık yüreklilikle belirterek sözlerine şöyle devam etmektedir:

“Kadının eğitim ve öğretimi, fıtri vazifelerini ihlal etmeye kadar varırsa, mesela kadın ev işlerini terk ederek dış işlere giderse, zaruret olmaksızın maişet ve kazanç peşine düşerse, analıktan nefret ederse, evlenmeye karşı isteksiz olursa, bu gibi kötü durumları ortadan kaldırmak için tabii olarak eğitim ve öğretimi sınırlandırılır.

Yüce Şeriat kadın hürriyetini bir dereceye kadar sınırlandırarak örtüyü meşru kılmıştır. Bu maddi medeniyetinin gereği olarak, mutlak anlamda kadın hürriyetinden, kadınlara ait eğitim ve öğretim hususunda İslam dininin yüce tavsiyelerine ihtimam göstermek gerekir.

Fesat galebe çalarsa yüzünü de örtmelidir. Kadının dışarı çıkması, imkan ölçüsünde ziynetini gizlemek, çıkmaya mecbur olmak, fitnenin yokluğunun kesin olması gibi kayıtlarla sınırlıdır.

Kadınların erkeklerle beraber bulunmaları (ihtilat) fuhşun artmasına sebep olacağından, kadının erkeklerin toplantılarında beraber bulunması yasaklanmıştır. Kadın için hasıl olan sınırlama, ahlak zayıflığının doğurduğu bir netice olduğundan örtü içtimai bir zaruret olur.”

Bu metni dikkatle okuduğumuzda, başörtüsü ve örtünme söyleminin bugün karşı karşıya kaldığı kafa karışıklığının ne kadar eskiye dayandığını görürüz. Kadına örtü verilirken, ona ödül olarak evde oturması ve hiçbir kazanç yükümlülüğü çekmemesi bağışlanıyor. Çalışıp kazanması için açık olması gerekiyormuş gibi, kadının tüm eylemlerini kazanç temini için çalışmakla sınırlandırıyor, fakat bu hakkın da, örtünme karşılığında ödül olarak verildiği öne sürülmektedir. Örtü karşılığında, kazanç ve geçim temini için dışarı çıkmaması sağlanan kadın, nasıl olur da ilim ve fenni tahsil edebilir? Bu çelişkiler ve çözülemeyen kafa karışıklıkları, bugün de başörtüsü söyleminin handikaplarıdır.

İkinci nokta, kadının örtünmesini içtimai hayata katılmak için şart koşarken, içtimai hayatı da sınırlandırılmaktadır. Buna göre kadın, en çok sosyal hayatta değil, evde örtülü olacaktır. Demek ki örtü, kadınlar için özgürlük değil, onların bireysel ve toplumsal yaşam alanlarını sınırlamak anlamına gelmektedir.

Üçüncü nokta, kadının hem örtünmesini istemek hem de onu sosyal hayattan tecrit etmek, onun ahlak zafiyetine bağlanmaktadır. Başta vurguladığımız gibi, kadının örtüsü ve başörtüsü sorunu, onun ikinci sınıf bir insan, Sadık Albayrak’ın deyimiyle belki insandan farklı bir “yaratık”, ya da Hayrettin Karaman’ın deyimiyle ‘bir insan tipi’ olarak görülmesine; ‘alınıp satılan bir mal’ şeklinde değerlendirilmesine yol açan çelişkilerden hala bir türlü sıyrılamamış olmaktan kaynaklanmaktadır.

Kadın, Cumhuriyet öncesine kadar uzanan bu zihniyette, ancak İslam’a hizmet etmek için tahsil hayatına atılabilir. Ancak, bu köktenci ve tekil amaç bile, onun, örtünmesinden sonra gelir. Ne yazık ki, İslam’ın ve Kur’an’ın onaylamadığı, hatta kökten kaldırmaya çalıştığı bu zihniyet, Cumhuriyet kurulduktan sonra da, hem de hiç bir değişikliğe uğramadan devam etmektedir:

“İslam’a hizmet etmek gayesiyle okumanın zaruret kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü ‘iyiliği emir, kötülüğü nehiy’, farz-ı ayn (herkesi tek tek bağlayan farz-şf.) olmadığı gibi, kişinin itikadı ve ibadeti için gerekli olanın dışındaki ilimleri tahsil etmesi de farz-ı ayn değildir. Kadınların mutlaka bilmesi gereken şeyleri, başlarını açmayı gerektirmeyen okul ve kurslardan öğrenmesi pekâlâ mümkündür. ‘İyiliği emir’  görevini başka yollarla kendisini yetiştirenler de yapabilir. Üstelik İslam’a hizmet etmek mutlaka resmi bir okulda okumayı ve resmi bir dairede çalışmayı gerektirmez. İslam tarihi, hiçbir resmi tahsili olmadığı halde, kendisini özel olarak yetiştirip İslam’a ve ilme hizmet eden kadınlarla doludur. Şüphesiz kadınların bazı sahalarda okuyup yetişmelerinin büyük faydaları vardır. Ama bu bir haram işlemeyi tecviz edemez. Özellikle büyük günahları işlemekte müsamaha yoktur.

Ülkemizin sayılı din adamlarından biri olarak bilinen Günenç’in bu görüşlerine bakılırsa, kadın ancak İslam’a hizmet için, iyiliği emir, kötülüğü yasaklama için okuyabilir. Kaldı ki bu görevi başkaları yapıyorsa (büyük olasılıkla erkekleri kastediyor-şf) kadınların okumasına hacet kalmamış demektir. Kendi kendilerine ‘âlim’ olabilirler. Ancak, İslam tarihinin ‘âlim’ kadınlarla dolu olduğu iddiası temenniden öteye, tarihsel bir gerçekliği yansıtmaz.

O halde kadın, harama düşmemek için örtünmelidir. Yani başını örtmelidir. Büyük günah işlemekten uzak kalmak istiyorsa, başını örtmeli; bu uğurda, bırakın sanat, ilim, fen, musiki ve diğer insani etkinlikleri, Tanrı’nın her insana helal kıldığı kazanç işlerini bile feda etmelidir. Bu görüş, bir kere, ticaret kervanına sahip, ticaret zengini ve bugünkü deyimle işkadını Hatice ile hayatını birleştiren Peygamber’in yaşam felsefesine taban tabana zıttır.

Sözü dinlenen bir din adamı olan Günenç, başörtüsü örtmemeyi haram ve büyük günah saymaktadır. Bu tamamen onun kişisel ve keyfi bir yorumudur. Çünkü çalışmanın ilgili bölümünde böyle bir haramın ve büyük günahın olmadığını, klasik İslam eserlerinin tanıklığında ortaya koyacağız.

Başka bir İlahiyatçı akademisyense, Günenç’in yoruma dayalı bu yargısını farklı bir açıdan desteklemektedir. Ona göre örtünme (tabiidir ki başörtüsü kastediliyor-şf) “sadece Allah’ın, hepimizin ve her şeyin yaratıcısının buyruğunu kabul etmektir. Açıklığa gelince, basit bir hürriyetin kullanılması uğruna birçok esaretin kurbanı olmaktır.”

Bu araştırıcıya göre, başörtüsüne riayetsizlik, köleliği, cariyeliği kabullenmektir. Başı açmak basit bir hürriyettir; ama sonucunda esaret vardır. Bu esaretin adını koymak gerekirse,-her ne kadar görüş sahibi itiraftan çekiniyorsa da- örtünenler hür; örtünmeyenler cariyedir, diyebiliriz. Topaloğlu’na göre, esaretten kurtulmak, başka bir deyişle, cariye olmamak için örtünmelidir.

Başörtüsü Söylemi Karşısında Kadın Ne Kadar İnsan?

Kadın, İslam ve modernlik arasındaki uzlaşmaz görünen simgeyi oluşturması bakımından odak noktasını teşkil etmiştir. 

Kadınların insan olduğunu kabul etmemek için onu, Kur’an’ın verdiği temel insan haklarından yoksun bırakan bu yapay gelenek, bazı tasavvufi eserlerde de sürdürülmüştür. Hala da sürdürülmektedir. Zamanının kadınları hakkında acı bir dille konuşan Takıyüddin Huni (ö. 1426), “ İnsanlığın en ikiyüzlüleri kadınlardır. Zekâlarının, dinlerinin ve kanaatlerinin zayıflığından ötürü imanları noksandır”,  demektedir.

Bir başka örnek:

“Cehenneme baktım ve cehennem ehlinin çoğunun kadın olduğunu gördüm. Cennete baktım. Cennet ehlinin pek azının kadın olduğunu gördüm..”   Hz. Peygamber’e saygısızlık pahasına nispet edilen daha buna benzer pek çok söz vardır. Öyle ki, İslam dünyasında kadını aşağılayan görüşler, gittikçe herhangi bir dini kaynağa referans vermeye gerek duyulmadan genel kabul düzeyinde kesin yargılara dönüşmüştür. Bu yargılar Türk din anlayışını da etkilemiş; kadına değer atfeden Türk kültürü, kadın düşmanlığını savunan dogmalarla gölgelenmiştir. Buna en çarpıcı örnek, XII. Yüzyılda Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig’de yer alan akıl ve din-dışı kadın aleyhtarı görüşlerdir. Yusuf Has Hacib şunları söylüyor:

“Kadını baş boş bırakma, kapıyı kapalı tut; insana her türlü uygunsuzluk kadından gelir.”  (Beyit no:1303)

Gerçekten, varlık alanında bir kaburga kemiğinden ibaret görülen kadının, tıpkı insanlığı gibi, aklı ve dini de mi eksiktir?

“Ebu Said el-Hudri’den: Bir Kurban veya Ramazan Bayramı’nda Peygamber musallaya çıktı. Kadınlara rastladı ve onlara: “Ey kadınlar topluluğu! Sadaka verin. Zira cehennem halkının çoğunun sizler olduğu bana gösterildi” , buyurdu. Onlar: “Neden, ya Rasulallah?” diye sordular.  Peygamber: “Çünkü siz çokça lanet eder ve kocalarınıza küfran-ı nimet  (nankörlük) edersiniz. Kendini denetleyebilen dikkatli ve tedbirli bir erkeğin aklını, sizin kadar aklı ve dini eksik hiçbir kimsenin çelebileceğini görmedi”, buyurdu. Onlar: “Nedir dinimizin ve aklımızın eksikliği ya Rasulallah?” dediler. Hz. Peygamber: “Kadının şahitliği erkeğin şahitliğinin yarısı değil midir? Onlar “Evet” dediler. Peygamber,“bu aklınızın eksikliğinden.  Kadın hayız (adet) gördüğü zaman namaz kılmaz ve oruç tutmaz değil mi?” buyurdu. Onlar: “Evet” deyince, Peygamber, “ işte bu da dininizin eksikliğindendir,” yanıtını vermiştir.

Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e karşı devrim olarak berkitilen bu yapay gelenek, şaşırtıcı biçimde hemen her hadis külliyatında eksiksiz biçimde yazıya geçirilmiştir. Buradaki diyaloga dikkat edersek şunları görürüz. Kadınların sadaka verebilmeleri için, kocalarının kazançlarından başka kendileri ekonomik güç ve özgürlüğe sahip olmaları gerekir. Oysa, kurgulanan kadın tiplemesinde, mirastan erkeğe nispetle yarı yarıya pay sahibi olan kadının, kocası gibi geçim için çalışmasının gerekli olmadığı ve ekonomik sorumluluğun da erkeğe ait olduğu yazılır. Hele kadın, kocasının izni olmadan dışarı bile çıkamadığı tezini dikkate alırsak, bir kadının kendi inisiyatif ve tasarrufunda sadaka verebilecek bir ekonomik güce sahip olması düşünülemez.. Bunu her İslam ilmihalinde ya da dini eserlerde bulmak mümkündür. O takdirde, ikisinden biri yanlıştır. Ya kadın da çalışıp kazanmak ve kendi kazancından sadaka vermek zorundadır, ya da buradaki emir yanlıştır. Çalışıp kazanma zorunluluğu olmayan kadına, sadaka vermediği gerekçesiyle cehennemin yolunu gösteren bu hadis, temelden yanlış olmalıdır.

Çokça lanet etmek ve nankörlükte bulunmak, kadından sadır olduğunda, küçük ahlaki kusurlar olmaktan çıkmakta, kişiyi cehennemlik yapmaktadır. Hatta bir cinsi çoğunluk itibarıyla cezalandırmaktır. Bu ise İslam’ın adalet anlayışıyla bağdaşmaz.

Hayız görmek, Tanrı’nın kadınlara verdiği bir ceza olamaz. Kadın bundan dolayı dinen eksik sayılırsa bu açıkça insanüstü bir adaletsizlik değil, insanın insana reva gördüğü bir nefretin sonucu olabilir. Hz. Peygamber’in yaratılıştan gelen kadınlara özgü bu hali, eksiklik saymasını düşünmek insafsızlık ve mantıksızlık olur.

Şahitlik, İslam öncesi insan bile sayılmayan kadına tanınmış henüz başlangıç noktasındaki haklar manzumesindendir. Bu yüzden aklının eksik olduğunu iddia etmek, kadını ilkel anlayışa geri sürmek anlamına gelir.

İşte örtünün, türban ve çarşafın altındaki ilkel mantığın önemli besin kaynaklarından biri de bu rivayettir.

Başörtüsü bağlamında kadın odaklı tartışmalar, İslam düşüncesi içinde insan felsefesi yöntemi dışında geliştiği için, artık kadın eşek ve kara köpekle bir tutulur olmuştur: “İnsanın (doğal olarak erkeğin-ş.f.) namazını eşek, kadın ve kara köpek bozar. Abdullah b. Es-Samit dedi ki: Ey Ebu Zer, Neden kara köpek de, kırmızı ya da küçük köpek değil? Ebu Zer: Ey kardeşimin oğlu, bunu Peygamber’e ben de sordum. Demişti ki: “ Kara köpek, şeytandır.”             Hadis sahteciliği ile bazı kayıtlarda kadının niteliğine de işaret edilmiştir: “Hayızlı kadın ve kara köpek namazı bozar”. 

Hz. Peygamber’in kadınlara devrim niteliğinde tanıdığı insan olma ve insan gibi yaşama hakkı , ibadet hakkı  birbiriyle çelişkili rivayetler ve bu rivayetlerin sonuna kadar savunucusu olanlarca hazmedilememiştir.  Kadınların mescitlere yani camilere bile gitmelerini onların doğal hakkı gören Peygamber’in bu geleneği, ülkemizde bile hala hazmedilebilmiş değildir. Atatürk 2 Şubat 1923’de İzmir’de halk ile yaptığı konuşmasında bu hazımsızlığı bir an önce Türk ulusunun aşması gerektiğine işaret etmişti. Atatürk’ün bu sözleri günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Atatürk’ün Hz. Peygamber’in uzak vizyonunu dile getiren bu ileri görüşlülüğü, henüz ülkemizde tam olarak anlaşılmış değildir.

İslamiyet kadını cehaletten ve insanlık dışı konumdan kurtarmaya dönük devrim yaratırken, kadınların bu konumunu hazmedemeyen söz konusu öfke, çağlar boyunca şekil ve içerik değiştirerek şiddetlenmiştir: Adı, kadını tüm insani ve sosyal haklarından dolaylı ama etkili bir biçimde yoksun bırakan başörtüsü söylemi.

"Örtünmemek, bedeni her erkeğe peşkeş çekmektir."

Ayrım çok açıktır. Örtünenler ve örtünmeyenler. Bu tip ayrım, ne İslam öncesi Cahiliye döneminde ne de İslam’ın ilk asırlarında vaki değildir. Örtünmenin alamet-i farikası, bu görüşe göre, başörtüsüdür. Örtünmemek de başörtüsü takmamaktır. Çünkü kadın ya da erkek, Tanrı’nın yaratılışlarına ve doğalarına yerleştirmiş olduğu temel örtünme duygusunu zaten taşımaktadır. Âdem ile Havva’nın, açılan kaba avret yerlerini örttüklerine ilişkin ayet bu hakikati vurgulamıştır.

Âdem ile eşi, yasak meyveden tadar tatmaz ayıp yerlerinin (sev’at) farkına vardılar. Derhal cennet yapraklarıyla oralarını (ağır avret kısımlarını) örtmeye koyuldular…”

Örtünme duygusuna her iki cinsin de aynı tepkiyi vermiş olmaları bu yaratılış gerçeğini kanıtlamaktadır. Yoksa Havva başını da örttü kaydı mutlaka belirtilmiş olurdu. Başörtüsü söylemlerine Sümerlere, Hititlere ve İsrail oğullarına kadar tarih biçenler, ellerinin altındaki bu ayette, özellikle başörtüsünün neden belirtilmemiş olduğunu görmezden gelmektedirler.

“Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve (öteki) bütün mümin kadınlara (toplum içine çıktıklarında) dış kıyafetlerini üzerlerine almalarını söyle: bu, onların (temiz kadınlar olarak) tanınmalarını ve rahatsız edilmemelerini temin eder. Ama unutma ki Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.”

Örtünme, İslam öncesinde kadınlar için hürlük ya da cariyelik konumlarını belirleyen bir simgedir. Bu ayette, Peygamber eşlerinin, kızlarının ve İslam’ı kabul etmiş tüm mümin kadınların, dışarıya çıktıklarında dış giysilerini üzerlerine almaları emredilmektedir. Çünkü kadın dışarıya dış elbisesini almadan çıktığında, cariye sanıp rahatsız ediliyordu. Toplumsal bir kategori olarak yerleşik uygulamanın kurbanı cariyenin dezavantajlarıyla sokakta karşılaşılmaması için bu ayetin uyardığı bildirilmektedir.

XIII. yüzyılda yaşayan çok önemli bir Kur’an yorumcusu, ayetin yorumundan cariyelerin “mal” olduğu sonucunu rahatlıkla çıkarabilmektedir.   İslam’ın gelişinden itibaren yüzyıllar geçtiği halde, kaldırılmak istenen bu meş’um gelenek, klasik tefsirlerle yaşatılmıştır. Ancak cariye olmamak ve cariyelikten kurtulmak için, kadın olmak hatta Müslüman kadın olmak bile yetmemiştir. Çünkü cariyelerin Müslüman olup olmamaları fark etmemektedir. Günümüzde bile bu ilkel sosyal sınıfın varlığını, teorik düzlemde hem de İslam’a dayanarak savunanlar hayli fazladır. Örneğin çağdaş İslam fıkıhçılarından Vehbe ez- Zühayli, cariyelerin hür kadınların statüsünde olmadıklarını ve avret mahallerinin diğer kadınlardan farklı olarak, aynen erkeklerinki gibi, diz kapağı ve göbek arası yer olduğunu söylemiştir. 

Ülkemizde din adına Araplaşmanın en temelli aracı kılınan kadın, cariyelik, türban, çarşaf ve “mahrem” gibi nitelemelerle tanımlanmıştır.

Deyim yerindeyse, kadın ve örtünme konusunda birbiriyle bu kadar çelişen, insan akıl ve havsalasını bu denli dumura uğratan; kadını insandan aşağı, cariyeyi de kadından aşağı gören bu bir yığın rivayet keşmekeşi, İslam’ın kadına bakışını gölgelemiştir. Bu çelişkili ve onur kırıcı rivayetler, zaman zaman fark edilip yumuşatılmaya çalışıldıkça iş daha da karmaşık bir hal almış, çığırından çıkmıştır. Cariyelerin neden örtünmeleri gerekmediği sorusu, efendilerine hizmet için sık sık dışarı çıkmak zorunda kaldıklarından onları örtünme zahmetinden kurtarmak içindir, gibi, özrü kabahatinden büyük, mantıksız, insafsız ve cahilce yorumlar yapılmıştır.

Eğer kadınların saçından tırnağına kadar avret sayıldıkları için örtünmeleri farz kılınmış olsaydı, bu da sırf kadın veya Müslüman kadın olmalarına bağlı bulunsaydı, hür kadınlar için ayrı, cariyeler için ayrı avret-mahremiyet ölçüsü konulabilir miydi?

Acaba cariyelerin varlığı ve cariyelik kurumunun devamı, hür kabul edilen kadınlar ya da bu sınıfa girmeyi hak kazanan kadınlar karşılığında topluma sunulan kurbanlar mıdır?

Başörtüsüyle ilgili olduğu iddia edilen 24 Nur 31. ayet inmeden önce,  Ebu Zekeriya el-Ferra (ö.207/822)’ya göre kadınlar, İslam öncesi dönemde başörtülerini arkalarına salıverirler ve ön taraflarını (boyun ve yakalarını) açarlardı. Bunun üzerine Müslüman kadınlar tesettürle emir olundular.  Başka bir rivayette, “kadınlar başörtülerini(aslında örtülerini-şf) yakalarının üzerine kadar örtsünler” (24 Nur 31) ayeti indiğinde, “Ensar kadınlarının başları üzerinde adeta kargaları andıran (siyah) örtüler olduğu halde evden dışarı çıktıkları”  öne sürülmektedir.

‘Karga başlı’ kadınlar arasında cariyelere yer verilmemiştir. Ayrıca, kelimenin tam anlamıyla kaba avret yerlerini örtecek, hatta cenazeleri defnedecek zorunlu örtü veya giysinin bile güç-bela tedarik edildiği Hz. Peygamber döneminde, kara çarşafın farz olduğu yanılgısına iten bu rivayetler, rastlantısal değildir.

Cariyeden Kadına, Kadından İnsana Ya Da Tersi 

Hür kadın ile cariye kadın kategorisi İslam kaynaklarında ve özellikle İslam fıkhında, örtü, örtünme ve başörtüsü sorunu çevresinde belirginleşmektedir. İki farklı kadın, iki farklı avreti ve dolayısıyla iki farklı muameleyi doğurmaktadır. Hür kadın örtülü ve başörtülü olmakla yükümlü iken, cariye sınıfına giren kadın bu yükümlülükten muaftır. İlk bakışta, yükümlülükten muafiyet, bir ayrıcalık ve şans gibi görülebilir. Ancak durum bunun tam tersidir. Örtünmemek, örtünmeye layık görülmemek demektir. Başörtüsü cariyeye yasaktır. Çünkü cariye hür kadın statüsünde değildir. Örtünme ve başörtüsü takma, bir ayrıcalıktır. Aynı ayırım bugün de teorik anlamda geçerliliğini korumaktadır.

El-Mer’e fi’ş-Şi’ri’l- Cahili (Cahiliye Şiirinde Kadın) adlı eserinde Dr. Ahmed Muhammed el-Hufi (Kahire 1997, s. 369–376) Arap şiirinden hareketle, Cahiliye dönemi kadınlarının açıklık ve örtünme konusundaki tutumlarını tasvir etmektedir.

Hufi’ye göre, Cahiliye döneminde Arap kadını ne tamamen kapalı, ne de bütünüyle açıktır. Açık kadınlar olduğu gibi, örtülü kadınlar da vardır. Bazı şiirlerden, baş ve yüz örtüsünün hürleri cariyelerden ayırt eden bir özellik olduğu; acı, hüzün ve ağıt yakma gibi durumlarda yüzlerin ve başların açıldığı nakledilmektedir. Bu yüzden, savaşta yenileceklerini ve esir düşeceklerini anlayan hür kadınlar, kendilerine tenezzül edilmez düşüncesiyle cariyelere benzemek için yüzlerini ve başlarını açarlar ve bu şekilde kaçmaya hazırlanırlardı.

Örtünme ve başörtüsü bu tarihsel malumata göre, kadınların toplumsal statüleriyle doğrudan ilgilidir. Kadının örtünmesini ve başörtüsü takmasını amir hüküm, dini bir esastan çok, İslam öncesi sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel koşullardan kaynaklanmaktadır. Yani, tam anlamıyla bir geleneksel pratiktir.

“Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve (öteki) bütün mümin kadınlara (toplum içine çıktıklarında) dış kıyafetlerini üzerlerine almalarını söyle: bu, onların (temiz kadınlar olarak) tanınmalarını ve rahatsız edilmemelerini temin eder. Ama unutma ki Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.”

Örtünme, İslam öncesinde kadınlar için hürlük ya da cariyelik konumlarını belirleyen bir simgedir. Bu ayette, Peygamber eşlerinin, kızlarının ve İslam’ı kabul etmiş tüm mümin kadınların, dışarıya çıktıklarında dış giysilerini üzerlerine almaları emredilmektedir. Çünkü kadın dışarıya dış elbisesini almadan çıktığında, cariye sanıp rahatsız ediliyordu. Toplumsal bir kategori olarak yerleşik uygulamanın kurbanı cariyenin dezavantajlarıyla sokakta karşılaşılmaması için bu ayetin uyardığı bildirilmektedir.

Kur’an, bu ayette aslında yerleşik toplumsal bir yara olan cariyelik geleneğini yıkmak için, kadınların kıyafetlerine çeki-düzen vermelerini istemiştir. Eğer böyle bir ayrımın bulunmadığı bir topluma seslenmiş olsaydı, güçlü olasılıkla özellikle dış elbise giyerek dışarı çıkılması emredilmezdi. Çünkü ayetin illeti (inişine dayanak teşkil eden neden) ortadan kalkmış olurdu.

Bazı Kur’an yorumcuları (müfessirler), bu ayete dayanarak kadının kimliğini gizlemesi ve ayak takımının tacizleri sırasında tanınmamaları için çarşaf giymeleri gerektiği hükmüne varmışlardır.   Oysa dış elbiseyi çarşafla tefsir etmek son derece yersizdir. Çünkü ayette dış elbise, zaman ve koşulların belirlediği, örf ve geleneğin hoş gördüğü elbise tarzı olmak bakımından kişinin kendi seçimine bırakılmıştır.

Örtünmenin tarzı ve başörtüsünün dini bir temele dayanıp dayanmadığına ilişkin ayrıntıları daha sonraya bırakalım.

Fahreddin er-Razi (ö. 606/1209) 24 Nur 31. ayette geçen “ziynetlerini göstermesinler” kısmını tefsir ederken şu görüşü savunur.  “İslam bilginleri, ayetteki ‘kendiliğinden görünen yerler dışında ziynetlerini göstermesinler’ ifadesinin sadece hür kadınlarla sınırlı olduğu konusunda uzlaşmışlardır. Zaten ifadeden bu anlamın kastedildiği açıktır. Çünkü cariye, bir maldır. Dolayısıyla alınıp satılırken ihtiyatlı olunması gerekir. Bu da ancak ona iyiden iyiye bakılmasıyla olur. Oysa hür kadınlar için böyle bir durum söz konusu değildir.”

XIII. yüzyılda yaşayan çok önemli bir Kur’an yorumcusu, ayetin yorumundan cariyelerin “mal” olduğu sonucunu rahatlıkla çıkarabilmektedir. İslam’ın gelişinden itibaren yüzyıllar geçtiği halde, kaldırılmak istenen bu meş’um gelenek, klasik tefsirlerle yaşatılmıştır. Ancak cariye olmamak ve cariyelikten kurtulmak için, kadın olmak hatta Müslüman kadın olmak bile yetmemiştir. Çünkü cariyelerin Müslüman olup olmamaları fark etmemektedir. Günümüzde bile bu ilkel sosyal sınıfın varlığını, teorik düzlemde hem de İslam’a dayanarak savunanlar hayli fazladır. Örneğin çağdaş İslam fıkıhçılarından Vehbe ez- Zühayli, cariyelerin hür kadınların statüsünde olmadıklarını ve avret mahallerinin diğer kadınlardan farklı olarak, aynen erkeklerinki gibi, diz kapağı ve göbek arası yer olduğunu söylemiştir.  Cariyenin avretinin göbek ile diz kapağı arasında olduğu şu rivayete dayandırılır: “Peygamber buyurmuştur: Biriniz kölesini veya cariyesini ya da işçisini evlendirdiği zaman, artık onun göbeğinin altına ve dizinin üstüne bakmasın”  Demek ki, efendi, evlendirinceye kadar cariyesinin istediği her yerine bakabilmekteydi. Böylece, örtünme konusunda cariyelerin hür kadınlardan farklılığı İslam öncesinden gelen bir geleneğin devamı olarak sürmüştür.

Cariyelik geleneğine bağlı olarak Kuran’ın o zamanki örfe dayanarak yaptığı kılık-kıyafet düzenlemesinin geçerliliğini koruması, bu geleneğin yaşatılması ya da yaşatılmaması ile doğrudan ilgili bulunmaktadır.

Dini literatürde yer alan rivayetler, başörtüsü söylemiyle cariye ile hür kadın arasındaki ayrımı kökleştirmiş; bu sosyal ve sınıfsal ayrım günümüzde başörtüsünün dini gerekçesine temel oluşturmuştur.

İbn Ömer’e göre, satışa çıkarılan cariyenin hürmeti (dokunulmazlığı) olamaz. Çünkü o bir maldır; dolayısıyla göğsüne, karnına, arkasına, bacaklarına bakmak ve dokunmak caizdir.   Alınıp satılan mal olan cariyelerin, kadın olmaları, hele “örtünmeyi hak edecek hür kadın” statüsüne yükselmeleri mümkün değildir. Ömer’in, huzuruna gelen dış giysili  (cilbablı) cariyeyi, hür kadınlara benzeme hakkı olmadığı gerekçesiyle, başına vurarak dövdüğü ve başını açtırdığı rivayet edilmiştir. Halifeliği döneminde cariyelerin başlarını örtmelerini yasakladığı da gelen haberler arasındadır. Ebu Musa el-Eş’ari’nin de cariyesini cilbab (dış elbise) giydiği için dövdüğünü yine başka bir rivayetten öğreniyoruz.  Neredeyse tüm rivayetler bu yöndedir.

Cariyelere reva görülen sözde dini gerekçelere dayalı bu muamele, İslam rasyonalizmi ve sağduyulu akademik bir ciddiyetle eleştirilecek yerde, savunulmuş; hürlükleri hangi gerekçeye bağlı olarak belirlendiği meçhul bulunan kadınların taciz edilmemesi için cariyelik bir araç olarak meşrulaştırılmıştır.  Bu yaklaşıma göre, hür kabul edilen kadınlar dışında herkes birbirinin, cariye olarak tuttuğu kadınına rahatlıkla sarkıntılık edebilir sonucu çıkarmak için kafa yormaya gerek kalmamaktadır. Bu ise, İslam’la ve Peygamber’in yaşam felsefesiyle esastan çatışır.

Bu arada köleler de ihmal edilmemiştir. Tıpkı cariyeler konusunda olduğu gibi,  köleler konusunda da akıl almaz rivayetler, Hz. Peygamber’in ağzından aktarılırken hiçbir kayıt ve ölçü tanınmamıştır. Köleler de cariyelerin erkek versiyonu olarak karşımıza çıkmaktadır:

“Hz. Peygamber, kızı Fatıma’ya bir köle getirdi. Bu köleyi ona hibe etmişti. O sırada Fatıma’nın üzerindeki elbise, kendisini tam olarak örtebilecek nitelikte değildi. Peygamber: Bunda senin için bir beis yok (sıkılma), içeri gelen sadece baban ve kölendir” demiştir.  Aişe’nin saçını tararken kölesinin ona baktığı bildirilmiştir. Kimisine göre, kölenin, sahibesinin saçlarına bakamayacağı iddia edilmiş, bazı rivayetlere göre köleye mahrem olmadığı belirtilmiştir.  Maverdi’ye göre de, erkek köle sahibesine haram, cariye ise efendisine helaldir. Çünkü bir kadının cinselliğinden yararlanmak, ancak onun sahibi için söz konusudur. Oysa erkek kölenin sahibesinin cinselliğinden yararlanma hakkı yoktur. Cariyenin ferci (dişilik organı) ise efendisinin malıdır.

İnsan aklını, insaf ve iz’anını darmadağın eden bu yargılar, kadın cinselliğinin hangi boyutlarda din adına sömürüldüğünü; bu sömürge zihniyetinin günümüzde başörtüsü şeklinde nasıl tecelli ettiğinin yapay geleneksel art alanını oluşturmaktadır.

Deyim yerindeyse, kadın ve örtünme konusunda birbiriyle bu kadar çelişen, insan akıl ve havsalasını bu denli dumura uğratan; kadını insandan aşağı, cariyeyi de kadından aşağı gören bu bir yığın rivayet keşmekeşi, İslam’ın kadına bakışını gölgelemiştir. Bu çelişkili ve onur kırıcı rivayetler, zaman zaman fark edilip yumuşatılmaya çalışıldıkça iş daha da karmaşık bir hal almış, çığırından çıkmıştır. Cariyelerin neden örtünmeleri gerekmediği sorusu, efendilerine hizmet için sık sık dışarı çıkmak zorunda kaldıklarından onları örtünme zahmetinden kurtarmak içindir, gibi, özrü kabahatinden büyük, mantıksız, insafsız ve cahilce yorumlar yapılmıştır.

Eğer kadınların saçından tırnağına kadar avret sayıldıkları için örtünmeleri farz kılınmış olsaydı, bu da sırf kadın veya Müslüman kadın olmalarına bağlı bulunsaydı, hür kadınlar için ayrı, cariyeler için ayrı avret-mahremiyet ölçüsü konulabilir miydi?

Acaba cariyelerin varlığı ve cariyelik kurumunun devamı, hür kabul edilen kadınlar ya da bu sınıfa girmeyi hak kazanan kadınlar karşılığında topluma sunulan kurbanlar mıdır?

Başörtüsüyle ilgili olduğu iddia edilen 24 Nur 31. ayet inmeden önce,  Ebu Zekeriya el-Ferra (ö.207/822)’ya göre kadınlar, İslam öncesi dönemde başörtülerini arkalarına salıverirler ve ön taraflarını (boyun ve yakalarını) açarlardı. Bunun üzerine Müslüman kadınlar tesettürle emir olundular.  Başka bir rivayette, “kadınlar başörtülerini(aslında örtülerini-şf) yakalarının üzerine kadar örtsünler” (24 Nur 31) ayeti indiğinde, “Ensar kadınlarının başları üzerinde adeta kargaları andıran (siyah) örtüler olduğu halde evden dışarı çıktıkları”  öne sürülmektedir.

‘Karga başlı’ kadınlar arasında cariyelere yer verilmemiştir. Ayrıca, kelimenin tam anlamıyla kaba avret yerlerini örtecek, hatta cenazeleri defnedecek zorunlu örtü veya giysinin bile güç-bela tedarik edildiği Hz. Peygamber döneminde, kara çarşafın farz olduğu yanılgısına iten bu rivayetler, rastlantısal değildir.

Kadını neredeyse salt kadın olduğu için insanlık onurunu hazmedemeyen, canı sıkılınca onu cariye sınıfına dahil ediveren sığ dünya görüşü, insanın Kur’an’da belirtilen fıtri örtünme duygunsunu istismar ederek, kadını ardı arkası gelmez örtünme emri adı altında dini bir sıkıyönetime tabi tutmuştur. Örtünme, gittikçe çarşaf koşuluna, çarşaf da, tek göz dışında peçe ile birlikte tüm vücudun tepeden tırnağa örtülmesi talimatına bağlanmıştır. Asırlar geçtikçe bu keyfi yorumlar, artık dinin, Kelime-i Şehadet’i bile gölgede bırakan bir emri olarak insanların zihinlerine kazınmıştır.

“Hür-cariye” ayrımını savunmak, örtüden çarşafı, örtünmeden de tek göz dışında tüm bedenin kapatılmasını anlamak ve bunu iman-küfür çizgisi olarak belirlemek, “örtülü ya da örtüsüz, başörtülü ya da başörtüsüz herkese özgürlük” iddia ve istemini inandırıcılıktan uzaklaştırmaktadır. Örtünmemekten kasıt, başörtüsüzlük olarak bilinmekte ve çıplaklık başörtüsüzlükle özdeşleştirilmektedir. Hatta öyle ki, başörtüsü, karma eğitimi onaylamamanın bir simgesidir. Başı örtmemek, her türlü ahlaksızlık ve fuhşa davetiye çıkarmaya aday olmak anlamına gelecek şekilde yorumlanmıştır:

1980’li yıllardan sonra “İran Devrimi” nin de etkisiyle, siyasal dinci akımlar, başörtülü olmayan kadınları ve kızları, bazen doğrudan, çoğunluk da dolaylı şekilde cariye olarak adlandırırlardı. Bu tasnifin klasik tarihsel arka planını ayrıntısıyla görmüş olduk. “Başörtüye özgürlük” söylemi, başörtüsüzlüğü içten içe cariyelik olarak telakki etmektedir.

Zamanla sırf başörtüsüyle te’vil ve temsil edilen örtünme acaba, İslam’da hangi dini gerekçelere dayanmaktadır? Bu gerekçeler varsa, bağlayıcılığı nedir? İddia edildiği kadar bu gerekçeler güçlü müdür? Farz mıdır? Sünnet midir? Yapılmadığı takdirde cezası var mıdır? Yoksa sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel kodlar üzerinde mi temellenmektedir? Veya geleneksel bir uygulamadan mı ibarettir?

Örtünme, kadın bedeninin avret olmasıyla mı, yoksa kadının sosyal statüsüyle mi ilgilidir? Eğer ikincisiyse, sosyal statülerin değişmesi ya da bir sınıftan öbürüne geçme, örtünmeyi etkiler mi? Eğer birincisiyse, cariyeler kadın değil midir?

Başı Örtmemek ya da Çıplaklık

Türban söylemine göre, kadınların tesettüre riayet etmemeleri durumunda, toplumda giderek ahlak bozulacak, iffet ve haya duygusu zayıflayacaktır. Tesettürlü kadınlar, erkeklerin sarkıntılığına maruz kalmazken, açık-saçık giyinip başka erkeklere şık görünme hastalığı olan kadınlar, serserilerin saldırılarına hedef olmaktadırlar. Şüphesiz bunda açık-saçık şekilde arz-ı endam etmesinin büyük payı vardır.

Üniversitelerde okuyan başörtülü kız öğrencilere seslenen bir kitapta, örtünme ve tesettürden türban kastedildiğine açıkça tanık oluyoruz:

“ Her şeyi kaybetmeyi göze alıp örtünmenizi istiyoruz. Özellikle başınızı geniş bir örtüyle mükemmelce örtün, başörtünüzü omuzlarınız üzerine indirin.”

Aynı yazar şöyle diyor:

“Örtüsüzlük, açık-saçıklık hiçbir dine dayanmaz. Tam aksine, vahye kapalı, hatta vahiyle savaşan, vahyi kendisine en büyük düşman ilan eden, Allah ile ilişkisi olmayan seküler, dinsiz bir kimliği temsil eder, böyle bir kimliğin ibrazıdır bu kıyafet.

Bir bayan örtünmemekle Müslüman kimliğini reddetmiş, başka bir kimlikle tanınmayı tercih etmiştir.

Güzelce örtünmüş, tepeden tırnağa örtünmüş bir bayan, ban de Müslüman’ım deme gereği duyar. Ama açık-saçıklar bunu söyler.” 

Dil ucuyla verilmeye çalışılan yargılar burada çok net bir şekilde dile getirilmektedir. Buna göre, türban-her ne kadar seyrek telaffuz ediyorsa da- kesin bir farzdır. Yapmamak, haramdır, hatta Müslüman kimliğini reddetmektir. Türban takmayan kadın, küfre kadar gidebilir.

Yine başını örtmeyen ve özellikle Üniversiteli kız öğrencileri hedef alan sözlerinde yazar, ağır ithamlar ve hakaretlerle türbanın adeta Kelime-i Şahadet’ten öte bir emir olduğunu iddia etmektedir. Türbansızlar ona göre, hiçbir erdeme ve değere sahip olmayan kadınlardır. Bunlardan ne anne, ne ev hanımı ne de gelin olur. Kimsenin yanında yerleri yoktur. Çünkü başı açıklar, bu halleriyle sadece erkeğin bir an için hayvani duygularını kabartan bir mahlûk tan başka bir şey değildir.

Dindarlığın Siyasallaşmasından Siyasalın Dinleşmesine

Türban söylemi, dindarlığın nasıl siyasal alanın, olgudan-yapılma bir siyasal değere dönüştüğünü şu yargılarla somutlar:

“Türban yasağı, dine saldırının en açık göstergesidir.”

Türban yasağı, yasakçıların tahrif etmeye çalıştıkları dini, kültürel ve ahlaki duruşu tahriftir.”

“Türban yasağı, dönüştürme projesinin bir parçasıdır.”

“Türban yasağı, İslam inancını yok etme ve Müslüman kadını dönüştürme ve umutsuzluğa itmektir.”

İşte tam da bu noktada, siyasalın dinselliği kendini göstermektedir.

Türban söylemi, ‘Müslüman kadının özgürleşmesi’ , ahlaksal ve dinsel bir erdemliliğin özgürleşmesi değil, siyasal ve kamusal alanı, kendi benzerlerinin girebileceği bir iktidar alanı olarak elde etme ya da yaratma özgürlüğüdür.

Tek gözüne kadar örtünmek, tek başına evdeyken bile başını, saçını örtmek yükümlülüğünden tutun, tahsillerini ancak lise son sınıfa kadar yapma ruhsatı verilmesine  kadar, kadına, hem sosyal alanda, hem de bireysel yaşamında, ‘kendileri için en iyi yerin, yerin altı olduğu’  telkin edile edile, İslam’ı, yüzyıllardır aleyhlerine işleten zihniyete, siyasal dinsellikle yanıt vermişlerdir. Bir taraftan, ‘kadın-erkek ilim her Müslüman’a farzdır , denmiş, diğer yandan, kadının İslam’a göre hangi ilimleri tahsile mezun olduğu listelenmiş , başka bir yandan da, kadının dışarı çıkması için ya zorunluluk ya da koca izni şart koşulmuştur. 

Türban söylemi, özellikle 1970’lerden sonra, ‘dinsel gerekçeden kalkılarak ‘namus ve iffetin muhafazası’ amacına hizmetten vazgeçmiş; kendisine, siyasal iktidar alanı açabilecek kamusal dinselliği kimlik olarak tercih etmiş görünmektedir. Bu bizim saptamamız değil, türban söyleminin pratikteki taşıyıcılarının kendi itiraf ve ifadeleridir. Bu siyasallık, her zaman olduğu gibi, ilhamını ‘kökü dışarıda dindarlık’ modelinden almıştır:

Peki, acaba, gerçekten ‘İslami bir kıyafet’ var mıdır?

Halil Günenç: İslami bir elbise şekli teklif edilemez.

Hayrettin Karaman: Tek tip bir elbise teklif edilemez. Her Müslüman ille de siyah bir çarşaf giyecektir denilemez. Her Müslüman ille de uzun bir pardösü giyecektir de denilemez. Böyle bir vücubun delili yoktur.

Bekir Topaloğlu: Elbisenin şekil bakımından gayri Müslimlerinkine benzemesi bir sakınca doğurmaz. Bu benzerlik, itikadi açıdan onlara benzemek anlamına gelmez. Çünkü gerek örtünme ile ilgili nassların, gerekse Asr-ı Saadet’ten beri çeşitli İslam toplumlarının giyindiği kıyafetlerin incelenmesinden anlaşılıyor ki, kılık-kıyafetten asıl maksat, belli özelliklerdeki elbiselerle örtünmenin sağlanmasıdır.

Aynı kitabın 16. sayfasında ise Topaloğlu, bu iddialarının tam aksini dile getirmiş idi ve arada sadece dört sahifelik bir mesafe vardır. Topaloğlu’nun burada, İslam’daki kıyafetin bir örf ve adet görüntüsü olmadığını, çünkü Arap kavimlerinin İslam’dan önceki kıyafetlerinin değişik ve umumiyetle bugünkü Avrupai tesirin görüntüsü gibi olduğunu iddia etmektedir. Aynı sayfada, İslam dininin kendine has bir kıyafet sistemi getirdiğini, bir Müslümanın fiilen, yani kendi kıyafetiyle buna muhalefet etse, giyim ve kuşamını İslami sisteme uydurmasa, günahkâr olacağını söylemiştir.

İ. Lütfi Çakan: İslami bir elbise diye tek şekil tavsiye ve teklifi imkânsızdır. Bu konuda hareket noktası, sünnetin kabul etmediği giyim-kuşam şekillerinden uzak kalmak olacaktır.

Aynı tartışma toplantısının yayınlandığı kitabın ilerleyen sayfalarında, bu görüşlerin neredeyse tam tersi savunuluyor ve ‘İslami bir kılık-kıyafet’in gerekliliğinden söz ediliyor:

İ. Lütfi Çakan: Bir başka açıdan bakıldığında da,  Müslüman’ın Müslümanlara has bir giyim-kuşama sahip olması, kendisiyle aynı inancı paylaşan insanlara duyduğu saygı ve bağlılığın gereğini yerine getirmesi demektir.

Kitabın sonuç bölümünde ise, bu son değerlendirmeyi teyit, katılımcıların çoğunun söylediklerini tekzip eden bir bildirge yayınlanıyor ve şöyle deniyor:

“İslam’ın kendine has bir kılık-kıyafet nizamı ve adabı vardır. Bunu kabul zorunludur. Tesettür hakkında icma vaki olmuştur.”

Ancak asıl istikrarsızlık, Yüce dinimiz İslam’ı, tüm Müslüman ulusların örf ve adetleri yerine, Arap ve İran geleneğiyle sınırlandırmaktan kaynaklanmaktadır. Türban söylemi, açık ve reddedilemez dayanağını Kur’an ve sahih hadislerde bulmakta zorlandıkça, klanik pratikler meşruiyet ölçütü olarak öne sürülmekte; hatta dayatılmaktadır.

Kur’an’da örtünme emri vardır. Ama bu emir, türban değil, takvaya uygun örtünmedir. Kur’an’da ve sahih Sünnet’te türbanın açık ve kesin bir nassa dayanmaması, onun yasak ve haram olduğunu göstermez. Ancak bir şeyin yasak ve haram olmaması, onun kesin bir farz olduğuna da kanıt olarak gösterilemez. Yüzyıllarca devam eden bir uygulama varsa, bu icmayı değil, kökleşmiş bir geleneği ifade eder. Öyle bir gelenek aranıyorsa, o da Türk kadının kendine has örtüsü olmalıdır.

33 Ahzab 59’da geçen “cilbab”, İslami bir kıyafeti tanımlamaz.

En çarpıcı vurgu ise, ‘takva elbisesi’dir. Yani insan şeref ve haysiyetini, iffet ve namusunu, maddi bir örtüye endekslemediği yüce dinsel ve ahlaksal erdemliliktir. İşin zor kısmı burası olduğu için, simgeler ve semboller, içerikleri boşaltılmışsa da, hep tapınılan objeler olarak manevi derinliğe tercih edilmiştir. Bu konu esasen, din mitolojisinin enine-boyuna araştırması gereken mitik ve majik bir olgudur.

 “Ey Âdemoğulları! Size yücelerden, hem çıplaklığınızı örtesiniz diye, hem de bir görkem-güzellik nesnesi olarak giyim-kuşam (yapma bilgisini) bahşettik: ama Allah’a karşı sorumluluk bilinci örtüsü her şeyin üstündedir.”

Bu ayet, sırf kadınları hedef alan ‘iffet ve namus’ yükümlülüğünü, hiç ayırt etmeden erkeklere de yüklemektedir. Ne var ki, bazı araştırıcılar, ‘takva elbisesi’ deyimini de, yün ve kalın elbise” gibi maddi bir örtü olarak yorumlamışlardır.  Bu yorum ayetin ruhuna tamamen terstir. Ve türban söyleminin hangi boyutlarda putlaştırıldığına dair ilginç bir örnektir.

Türban söylemi, ülkemizdeki Türk örf ve adetlerine göre örtünen samimi ve sade dindar kadınlarımıza yabancılaşan siyasal ve ideolojik bir temele dayanmaktadır. İslam’ın kendi özyapısıyla doğrudan ilgili olmadığı için, siyasal ve sosyal koşulların öngördüğü değişimler paralelinde gerekçe ve neden değiştirmiştir.

Kadın türbanıyla var edilip tanımlanan bir nesne durumuna düşürülmüştür. Avret ve mahremiyetin türbanla temsili, sosyal ve medeni diyalogdan çok, monologu doğurmuştur. Bu söylem, başı örtün, eve kapanın telkini ile, okuyup her alanda kendinizi yetiştirin önerisi arasında kalmış bir kafa karışıklığının simgesidir.

Oysa farz olan, insana yakışır bir örtünmedir. Ağır avret yerlerini örtmek bu farzın kapsamındadır. Bunun ötesindeki örtünme tarzı, İslam’ın yaşadığı ilgili toplumların kendi kültürel değerlerince kendiliğinden belirlenir.

 Türban söyleminin üzerinde tanık olunan şiddetli ısrar ve vurgu ile Yahudi geleneğindeki türbana ilişkin katı ve tavizsiz söylem arasında yakın benzerlik bulunmaktadır. İslam kelamı ve fıkhında türban örtmemek, en ayrıntılı büyük günahlar listesinde bile yer almamaktadır. Terk edilmesi büyük günah olmayan bir uygulamanın, namaz ve oruç gibi bir farziyeti olamaz. Nur 31. ayet de dahil, hiçbir ayet başın ve saçın örtülmesini amir bir hüküm ortaya koymaz..

Eğer kadının iffet ve haysiyeti, ırz ve namusu, türban söylemiyle simgelenirse; onunla var kılınırsa, bu simgenin yokluğu, simgelediği değerlerin yokluğunu da beraberinde getirecektir. Ahlakilik ve dindarlık, ölçülebilir simgelere indirgendiğinde ise, türbanlı-türbansız ayırımı derinleşerek insanın ve özellikle kadının onurunu zedeleyici kategorilere kapı aralayacaktır.

 Siyasallaşan ve seçkinci bir kamusal dinsellik alanını gittikçe ‘ötekiler’ aleyhine genişleten türban söylemi, İslam’ın ahlaki ve medeni özünü gölgelediği gibi, artık “siyasete alet edilen bir dinin simgesi” aşamasını da geçerek, “siyaset dininin siyasi bir farzı” haline gelmiştir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, İslam dininde “başörtüsü ya da türban” adına ne dersek diyelim, bunun örtülmesi ile ilgili kesinlikle herhangi bir em            ir ya da farziyet yoktur. Örtünme ya da açılma, tamamen bireysel bir tercih olmalıdır. Toplumsal ve siyasal alanları kuşatan dinsel bir dayatma ve zorunluluk olarak kabul etmek insan hak ve özgürlüklerine aykırıdır. Farz demek, yapılmadığı takdirde cezası Kur’an’da belirlenmiş kesin yargı ve zorunlu emir demektir. Türban takmamak, haram olmadığı için de, klasik İslam literatüründe 76 ‘ya kadar sayılan haramların hiç birinde de geçmemektedir. Türbana özgürlük demek, olmayan bir dinsel farziyete özgürlük demektir ki bu kendi içinde çelişkilidir.

0
Paylaşım