Menu
RSS

YAŞANMIŞ "SİYASİ ÖYKÜ"

BİR "SİYASİ EDİNİM" ÖYKÜSÜ (2)

BİRİNCİ BÖLÜMDE NE DEMİŞTİK?

‘ Boş bir zamanınızda okuyun. Böylece ‘Boşuna zaman geçirdim…’ diye düşünmezsiniz. BEN İNANIYORUM; sonunda, siz de unuttuğunuz yıllara ilişkin yaşadıklarınızı, yaşarken nasıl etkilendiğinizi, artık anımsamadığınız olayların sizi nasıl şekillendirdiğini, neden SAĞCI ya da SOLCU, FAŞİST ya da DEVRİMCİ, DİNDAR ya da ATEİST, HER ŞEYCİ ya da HİÇBİR ŞEYCİ… olduğunuzu düşüneceksiniz.

Ve belki sizin gibi düşünmeyen insanlara öfkelenmek, saldırmak yerine ‘Kim bilir neler yaşadı da böyle düşünüyor…’ diyeceksiniz artık… BU, ‘O GÜNLERİN TÜRKİYE’ si’ yanında, SIRADAN BİR ADAMA İLİŞKİN, 50 yılda şekillenmiş BİR ‘SİYASİ EDİNİM’ ÖYKÜSÜDÜR…’’

Haydi devam edelim…

* * *

İKİNCİ BÖLÜM

İSTANBUL KORKUSU…

EYLÜL, 1965, PENDİK…

Kadıköy-Pendik minibüs yolunun Kartal’ dan gelip sahile kıvrıldığı, ulaştığı noktaya çok yakın, ana cadde üzerinde iki katlı bir evin alt katında oturuyordu ailesi…

Ev kaldırıma bitişikti. Arka tarafta 20-30 m2 bahçeciği vardı, hiçbir bitki de yoktu. Caddeye bakan cephede, 4 m2 sahanlıktan 4 basamaklı merdivenle kaldırıma iniliyordu, 80-100 metre yürüyünce deniz kıyısına ulaşılıyordu.

GELDİĞİ GECENİN SABAHINDA SAHİLE DOĞRU YÜRÜDÜ; caddenin sağ tarafında dalgalı bir deniz, eylül kabarmasıyla kıyı betonuna çarpan dalgalarıyla saldırıyor, gelen geçeni de ıslatıyordu. Sol tarafta 3-4 metre genişliğinde bir kaldırım ve hemen bitişiğinde 2 katlı, bahçeli evler…

Aslında yürürken sürekli arkasına bakıyordu; KAYBOLUR MUYDU? Kaybolsa, birilerine evi nasıl tarif ederdi? Ailesini kim tanırdı ki burada? Onlar da yeni gelmişlerdi… Ev sahibini tanırlardı belki ama sormayı unutmuştu, kimlerden diye bilinirdi?

KORKTUĞU BAŞINA GELDİ; sahilin sonundan döndü, yürüdü, yürüdü, bir türlü evi göremedi… Yüreği hızla çarpıyordu… Sahil yolunun ilk virajına geri döndü, ayrılıp binaların arasına doğru giden caddeyi takip etti… Oh, evet! İşte orada…

YAVAŞ YAVAŞ TANIMAYA BAŞLADI; Pendik o yıllarda dingin bir Anadolu kentinden farklı değildi. Çarşı bölgesi dışında kalan sokaklarında bitişik düzende evler yoktu, bahçeli, iki, en çok üç katlı evleri olan, Kartal İlçesi’ nin bir beldesi… Sürekli oturulanlar dışında, kışın kapalı, varlıklı ailelerin, artistlerin falan yazın gelip açtığı yazlık evler vardı sahile yakın kesimlerde. Sayfiye kasabasıydı aslında. Nüfusu 20-25 bin kadar…

İSTANBUL BURASI MIYDI YANİ? Pek çözemedi… O sıralar televizyon da olmadığı için, denk gelmişse radyoda anlatılanlardan, bir de Türk filmlerindeki görüntülerden tanıyordu (!). Ne görmüştü o filmlerde?! Arkada siyah beyaz bir boğaz manzarası, önde tek bir ulu ağaç altında buluşan esas oğlanla esas kız…

- BABA, ESAS İSTANBUL NEREDE?

- Gideriz… Minibüse bineceğiz, 1 saat kadar gideceğiz, Kadıköy’ e varacağız, vapura binip boğazın karşısına geçeceğiz… Öyle, Antalya’ daki gibi ‘’Yürüyelim, gidelim…’’ yok…

Hafta sonu, evin önünden geçmekte olan Pendik-Kadıköy minibüslerinden birine bindiler, yalnızca Kartal-Maltepe arasındaki makilik, binasız araziden geçen ama kalanı tümüyle binalarla çevreli yoldan, bir saat sonra Kadıköy’ e ulaştılar.

İnanılmaz bir araç ve insan kalabalığı, insanın üstüne üstüne gelen dev binalar, binaların altlarında hiç görmediği kadar büyük vitrinli mağazalar… VE KADIKÖY VAPUR İSKELESİ…

- İşte buradan vapura binip karşıya geçeceğiz, o taraf Avrupa yakası…

- Geçmeyelim… Bu tarafı gezelim bu gün…

- Neden?

- Geçmeyelim…

Vapura binmek… Söyleyemedi… Antalyalıydı ama 7-8 yaşlarında şöyle bir denize ayaklarını sokmuştu, tüm bedeni kabarmaya başlamış, deniz tuzunun alerji yaptığı anlaşılmıştı. İğneyle kurtulunca, anneannesi denize yaklaştırmamıştı bir daha, yüzme bilmiyordu. Vapur iskelesinde, gelen vapurdaki, ayakta, omuz omuza insanların iskeleye yanaşmayı bekleşmelerini, sonra da atlayıverip koşuşturmalarını, gideceklerin akın akın binişlerini görünce ürkmüştü. Bir düşse… Ya da bunca insanla bir batsa vapur…

Kadıköy’ ü gezdiler, döndüler… İÇİNDE BİR KÂBUSTU ARTIK İSTANBUL… Kâbus iki üç gün sürdü… Evden hiç çıkmadı neredeyse…

İstanbul’ da tıp okumuş olan dayısının anneannesine söylediği bir söz geldi aklına; ‘’Sen nasıl yetiştiriyorsun bu çocuğu? Bakkala bile yollamıyorsun! Yarın üniversite okumak için İstanbul’ a gitse kaybolur gider…’’. Anneannesi ‘’O bana emanet… O gün gelsin, anası, babası gözetir…’’ diye terslemişti.

SAHANLIĞIN MERDİVENİNE OTURMUŞ KENDİNİ YÜREKLENDİRMEYE ÇALIŞIYORDU; ‘’Milyonlarca insan nasıl yaşıyor? Ben de yaşarım! Karşıya geçmeyiveririm… Okul açılınca arkadaşlarım olur, onlarla birlikte… Onlar korkmuyorsa İstanbul’dan, ben de korkmam!’’

* * *

OKULA KAYIT, İLK ARKADAŞLIK…

Pendik Lisesi’ ne başvurdular babasıyla… Tamam… Bilgi belgelerini Antalya Lisesi’nden okul getirtecekti.

Okul çok uzakta değildi. Yürüyerek on-on beş dakika…

Kitap defter almak için kırtasiyeciye gittiler, kırtasiyeci edebiyat mı, fen mi okuyacağını sordu… Antalya’ da EDEBİYAT bölümünde okumuştu, sınıfta kalmıştı. Şimdi yeniden bölüm seçilecekti… ‘’Okula gidince belli olur, o zaman alırsınız, acele etmeyin’’ denince çıktılar.

O YILLARDA LİSENİN İKİNCİ SINIFINDA FEN-EDEBİYAT DİYE AYRIŞILIYORDU. Fen bölümünde okuyanlar fizik, kimya, biyoloji, cebir, geometri ağırlıklı eğitim alıyor, tıp, ecza, mühendislik dalında fakültelere hazırlanmış oluyorlar, edebiyat bölümünde okuyanlar Türk Dili Ve Edebiyatı, tarih, coğrafya, felsefe, mantık, sosyoloji ağırlıklı eğitim alıyor, hukuk, iktisat, işletme gibi fakültelere gidiyorlardı. Zorunluluk yoktu; edebiyat bölümünü bitirenler de fen fakültelerini seçebiliyorlardı ama sınavda, fen bilgileri az olduğundan, sorularını yanıtlama olanağı sınırlı oluyordu, fen puanları yeterli gelemiyordu…

Eve döndüler…

İçeri girmedi… Okulu beğenmişti, müdüründen hoşlanmıştı. O keyifle sahanlıktan caddeyi izliyordu. Şık bir delikanlı geldi, durdu önünde, ayağa kalktı, uzanan zayıf, narin eli sıktı…

- Burada mı oturuyorsun, misafir mi geldin?

- Burada oturuyorum. Sen?

- Bitişikte… Yaz boyunca memleketteydim, seni yeni gördüm.

- Ben de etrafta hiç akranım olmadığını düşünüyordum.

Tanıştılar böylece…

- Haydi, dolaşalım istersen… Ayakkabımı da yeni almıştım, pek rahat değil ama…

Yürürlerken ayakkabıdan konuştular… ‘’ Loefer… Ben hep loefer giyerim…’’ Düşünüyordu… Loefer da neyin nesi? Büyükbabası ayakkabıcıydı, kendini bildiği bileli onun diktiği iskarpinleri giyerdi. Hiç hazır ayakkabı alınmamıştı ona… Yeni arkadaşının loefer ayakkabısına, üzerindeki bisiklet yakalı, kırmızı kazağına, yakasından görünen bembeyaz gömleğinin zarif duruşuna imrenerek bakıyordu yan gözlerle…

İSTANBUL GENÇLERİ FİLMLERDE GÖRDÜĞÜ GİBİYDİ… Az konuşuyor, kendisini daha yakından tanımaya çalışan yeni arkadaşının sorularına yanıt vermekle yetiniyordu, İÇİNDE YEŞEREN BASIKLIĞI, EZİKLİĞİ KENDİNDEN BİLE GİZLEMEYE ÇALIŞIYORDU…

* * *

PENDİK LİSESİ…

Daha okul ve SAHİL YOLU’ndan başka bir yeri öğrenemeden OKULLAR AÇILMIŞTI.

Okulun ön cephesindeki Atatürk büstüne karşı, önceki yıllardaki alışkanlıklarıyla toplanan çocukların en arkasında dikildi, İstiklal Marşı’na eşlik etti, sonra onlarla birlikte içeri girdi…

Nereye gidecekti? YİNE BİR ENDİŞE, BİR KORKU BÜYÜDÜ İÇİNDE… Lise 2. sınıfların olduğu koridora çıktı; V Ed.A, B, V Fen A, B… Öğrenciler daha önceden belirlemiş, bildirmiş olmalıydı, ayrışmışlardı bile…

Bacaklarının titremesini önlemeye çalışarak, kapısı açık bir ‘Müdür Yardımcısı’ odasına girdi, nakil durumunu sesi titreyerek anlattı, ‘’Dur bakalım!’’ diyerek odadan çıkan muavinin arkasından baka kalakaldı…

Elinde bir listeyle geldi az sonra muavin hanım…

- Edebiyat okumuş, sınıfta kalmışsın. Burada hangisini okumak istiyorsun? Bence yine onu oku, sınıfta öne çıkarsın…

- Evet hocam…

V Ed. B sınıfına girdi, ikinci sıraya ilişti.

Yanına kendisi gibi zayıf, sarışın bir çocuk oturmuştu. NURİ… Sımsıcaktı… Aslı TRABZONLUYDU. Üç günde kardeşi gibi olmuştu…

Ama ayrıldılar; hafta sonunda fen bölümüne geçmişti.

- Üzülme yaa! Teneffüslerde yine bir arada oluruz.

Yapayalnız kalıvermişti sanki… Yine korkmuştu…

Alıştı… Birbirlerini hiç bırakmadılar… O arkadaşlık lise boyunca da, ayrı fakültelere gittiler ama üniversitede de sürdü…

O sıralar Maltepe’ den gelen AHMET de kendilerine yaklaşmıştı. NURİ’ nin sınıfında olduğu için ona daha yakın kalmıştı ama birliktelerdi.

Bir gün ANADOLU’ dan söz açılmıştı…

- Anadolu insanına ‘’insan’’ bile denmez!

- Neden?

-Yemeklerini bile parmaklarıyla yiyorlar. Çatal-kaşık nedir, bilmiyorlar.

Şaşırmışlardı… İstanbul çocuğuna bak sen!

- Sen hiç Anadolu’ ya gittin mi?

- Hayır. İZMİT’ e bile gitmedim.

- Ne biliyorsun o zaman? Bak, ben Antalyalıyım, Nuri Trabzonlu… Bana inanmazsın belki, ona sor bakalım, yemeklerini nasıl yiyorlar…

TÜRKİYE BÖYLE BİR ÜLKEYDİ İŞTE…

* * *

‘‘SİYASET’’ OLDUĞUNUN AYIRDIMINDA OLMADAN

KARŞILAŞTIĞI İLK ‘‘SİYASET’’

TARİH DERSİNİ HİÇ SEVMEZDİ, her yıl bütünlemeye kalır, sonra da zar zor verirdi sınavı. Burada da başının belası olacağını sezmişti.

TARİH HOCASI diğer hocalara hiç benzemiyordu; tipi de huyu da… Çok iri bir kadındı, çok bakımlı, çok gösterişli, çok kokuluydu. Kapkara boyalı saçları, çok kırmızı ruju, abartılı göz makyajı, hayranlıkla değil şaşkınlık ve ürküntüyle baktırıyordu kendisine… Sürekli sıralar arasında dönüp duruyordu, ayakkabısının yüksek topuklarından zıng zıng ses yükseliyordu.

- Benim adım Selçuk KISAKÜREK…

Teneffüste öğrendiler; Necip Fazıl KISAKÜREK’ in yeğeniymiş… Bu ismin onun için bir anlamı yoktu… ‘’Selçuk KISAKÜREK’’ bir anlam taşıyordu, Liseyi bitirene dek de öyle olacaktı…

Ders anlatımı sırasında, bir şekilde konuşmasını milliyetçiliğe getiriyordu, TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ onun asıl eğitim konusuydu sanki…

Dinlerken hayret ediyordu; ne demek istiyordu bu kadın? Sınıfta herkes TÜRK’ tü, milliyetini, milletini sevmeyen bir insan olabilir miydi? ‘’MİLLİYETÇİLER’’ ve ‘’MİLLİYETÇİ OLMAYANLAR’’ diye iki ayrı grup mu vardı ki?

Milliyetçiliğin bazı kesimlerce SİYASİ hale getirilmeye çalışıldığını, hatta getirildiğini bilmiyordu. Sınıf arkadaşları da bilmiyordu bunu. DAHA SONRAKİ YILLARDA ÖĞRENECEKTİ…

Lise 2 sonunda, birisi tarih olmak üzere iki dersten, yine bütünlemeye kalmıştı. TARİH HOCASI HANIMIN YILDIZI KENDİSİYLE BARIŞMAMIŞTI; iki dönemin de yazılılarından 5-6 almasına karşın, sözlüye kaldırıp soruyu sormuş, daha yanıtını almadan ‘’Çalışmamışsın! Otur, 1’’ demiş, ortalamayı geçmeze getirmişti. NEFRET ETTİRİYORDU KENDİSİNDEN DE, ELBETTE Kİ YALAN YANLIŞ ‘’MİLLİYETÇİLİK SİYASETİ’’ SÖYLEMLERİNDEN DE… Bütünleme sınavları sonrasında son sınıfa geçebilmişti.

* * *

SİYASETİN PİS YANIYLA İLK KARŞILAŞMA

GÜZEL BİR YAZ TATİLİ YAŞADI…

Nuri’ nin babası demiryolcuydu, hat boyundaki dubleks lojmanda oturuyorlardı, üst kattaki oda onların yuvasıydı sanki.

Küçük, sevimli bir kitaplığı, raflarında düzen içinde kitap serileri vardı. Michel ZEVACO’ nun tarihi romanlarına merak sardı, tüm seriyi okudu… Sonra daha başkalarını da…

O zamana dek Türkçe ve edebiyat derslerinin gerektirdiği öykü kitapları dışında kitap okumadığı gibi, evlerine gazete de alınmamıştı. Okuma merakı da, alışkanlığı da oluşmamıştı.

Akşamüzerleri kim kimden önce çıkar, diğerinin evi önüne gelirse özel ıslıklarını çalıyordu, buluşuyorlardı, kol kola girip sahil boyunca tur atıyorlardı, Pendik sahilindeki çay bahçelerinde oturuyorlardı. İKİSİ DE EDEBİYATA MERAKLIYDI. ŞİİR YAZIYORLAR, BİRBİRLERİNE OKUYORLARDI. Akşamları da genellikle yazlık sinemada oluyorlardı.

YAŞAMLARINDA SİYASET YOKTU. Herhangi bir eğilim de yoktu…

1965 Ekiminde genel seçimler yapılmış, DEMOKRAT PARTİ’ nin devamı olduğu imaj ve söylemiyle ADALET PARTİSİ % 52,9 oy alarak iktidara gelmişti.

1961-1965 arasında iktidara gelmiş olan üç İNÖNÜ HÜKÜMETİ döneminde CHP’ de ORTANIN SOLU kavramı gelişmiş, bu hükümetlerde Çalışma Bakanı olarak görev almış olan BÜLENT ECEVİT işçilerle çok iyi ilişkiler kurmuş, çabalarıyla çıkarılmış olan GREV, LOKAVT VE TOPLU SÖZLEŞME YASASI çalışanlarda etkin değişimleri başlatmıştı. GENÇLİK DE DEĞİŞİM YAŞIYORDU AMA O, arkadaşı Nuri’ yle BU GELİŞMELERİN DIŞINDAYDI.

1966 yılı eylülünde, DÜNYA GENÇLİĞİNİN DEĞİŞİMİNİN, öne çıkan YENİ KAVRAMLARIN ETKİSİYLE KAYNAMAYA BAŞLAYAN İSTANBUL GENÇLİĞİNE UZAK, KENDİ HALİNDE BİR ÖĞRENCİ OLARAK LİSE SON SINIFA BAŞLADI…

Dersleri iyiydi… Neden iyiydi? Okuma alışkanlığı edinmişti ya, ondan belki…

Ya da…

Evet… BABASI İNANILMAZ BİR PSİKOLOJİK HAMLE YAPMIŞTI…

Bir gün giyinmişler, birlikte yola çıkmışlardı… Nereye mi? İstanbul’ un Avrupa yakasına… Dolaşmaya… Hala çok korkuyordu vapur yolculuğundan, bu nedenle de can simitlerinin hemen altında durmuştu karşıya geçerken…

CAĞALOĞLU YOKUŞU’ ndan geçtiler… Gazetelerin orada olduğunu söyledi babası. HÜRRİYET MEYDANI’ na gittiler, sahafları dolaştılar, eski kitapları hayranlıkla karıştırıyordu, babası sabırla bekliyor, gözlüyordu…

- Gel şu tarihi kapıdan geçelim, yeşillikler arasında bir banka oturup dinlenelim…

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’ NİN MUHTEŞEM KAPISINDAN GİRDİLER… Olağanüstü bir parktı sanki… Daha önce görmediği tür ağaçlar arasında geniş çimlikler, çimler üzerinde ikili, üçlü, beşli gençler omuz omuza, sarmaş dolaş… Kimi sohbet ediyor, kimi birlikte ders çalışıyor…

İçinde, üniversite kazanma konusunda derin bir istek duymuştu… Yıllar sonra anladı babasının bu hamlesinin nedenini…

OKUL BİTİYORDU YAKINDA… Hayran olduğu edebiyat öğretmeni girdi bir gün sınıfa… Başladı anlatmaya…

- EDEBİYAT SINIFLARI İLE FEN SINIFLARI ARASINDA MÜNAZARA YAPILMASINA, EDEBİYAT SINIFLARI ADINA SİZİN SINIFIN MÜNAZARACI OLMASINA KARAR VERİLDİ. Münazara konusu ‘’TÜRK DİLİ yenileşmelidir’’-‘’TÜRK DİLİ yenileşmemelidir’’… Siz yenileşmeyi savunacaksınız… Üçer konuşmacı olacak… Başka okullar da, önemli edebiyatçılar da davetli olacak, dinlemeye gelecekler…

Öylesine dinliyordu… Konuyla ne ilgisi vardı ki… Konuşmacıları okumaya başladı edebiyat hocası, kendi adı da okundu, göğsüne sanki bir şey çarptı…

- Hocam, bu konuyla benim…

- Konuşma! Bitti bu iş… Cumartesi günü toplanacağız, gerekli bilgileri vereceğim…

NEREDE, KİME KARŞI BİR KONUYU SAVUNMUŞ DA ETKİLEYEBİLMİŞTİ Kİ? Kompozisyon sınavlarından her zaman 10 alıyor olması iyi konuşmacı olması anlamına gelmiyordu ki…

Jüride tarih öğretmeni Selçuk KISAKÜREK de vardı ve yeni sözcüklere olan düşmanlığı biliniyordu. BUNU DA HİÇ BİR ZAMAN ANLAYAMAMIŞTI; iki lafından biri TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ olan bir insan, ARAPÇA, FARSÇA, FRANSIZCA, İNGİLİZCE karışımı bir dili neden korumak ister de ÖZ TÜRKÇE sözcüklere savaş açar? Yarışmayı kesinlikle kaybedeceklerdi…

MÜNAZARA GÜNÜ YAKLAŞTIKÇA HAREKET ARTTI… Koridorlara afişler asılıyor, konu, iki sınıfın yarışması olmaktan çıkıyor, tartışması tüm okula yayılıyordu… ARTIK OKULDA TANINAN BİR ÖĞRENCİYDİ, diğer çocuklar birbirine göstererek fısıldaşıyordu…

KONUŞMALARI KENDİLERİ HAZIRLANDILAR, birbirlerine okudular. Edebiyat öğretmeni en son okudu, iki arkadaşının metinlerinde değişiklikler yaptı, onunkine hiç dokunmadı.

BİR DE AFİŞ YAPMIŞTI; ‘’6 Ed.B’’ yazıyordu bir çekicin üzerinde, vurduğu yerde, yamulmuş bir kafada ‘’6 Fen A’’ yazıyordu.

MÜNAZARA PAZARTESİ GÜNÜYDÜ… Cuma günü, akşamüzeri sahilde yürüyordu arkadaşlarıyla, bir sınıf arkadaşı nefes nefese geldi…

- Hayrola!?

- Oğlum, neredesin sen? Polis seni arıyor.

- Neden?

- Bilmiyorum. Müdür Muavini ‘’Bulun, gelsin!’’ dedi.

YÜZÜNÜ ATEŞLER BASMIŞTI. Hep birlikte okula doğru gittiler… Titreyen bacaklarıyla merdiveni çıkarken, iki polis iniyordu… Sessizce devam etti, müdür muavininin odasına girdi. Edebiyat öğretmeni de odadaydı, gülüyordu…

- Hocam!?

- Tamam, tamam… Bitti…

- Ne oldu ki?

- YAPTIĞIN KARİKATÜR AFİŞİNDE KOMÜNİZM PROPAGANDASI YAPTIĞINA İLİŞKİN İHBARDA BULUNMUŞLAR. AFİŞİ İNDİRDİK, KONUYU ANLATTIK, BİR KASIT OLMADIĞINA DAİR TUTANAK TUTTURDUK, GİTTİLER.

Çıktı, sahile doğru yürüdü arkadaşlarıyla…

- O afişle komünizmin ilgisi neymiş, anlamadım…

- OĞLUM, RUS BAYRAĞI’ NDA ORAK ÇEKİÇ VAR…

Siyasetin pis yanıyla ilk karşılaşmasıydı bu…

MÜNAZARA umulandan etkin geçti…

Son konuşmacı kendisiydi. Bir politikacı havasıyla, nutuk atarcasına konuştu, konuştu, Tarih Hocası Selçuk KISAKÜREK’ in gözlerine bakarak gömleğinin önüne yapıştı, ayırdı, göğsünden taşıveren Türk Bayrağı’ nı çıkartıp önündeki kürsüye sarkıttı, ‘’BAYRAĞIMIN RENGİ ARAP’ IN, FARS’ IN, FRANSIZ’ IN, İNGİLİZ’ İN KANINDAN DEĞİL, ATALARIMIN KANINDANDIR, DİLİMİN SÖZCÜKLERİ DE ÖYLE OLMALIDIR! NEDEN BUNA DİRENİRLER, ANLAYAMIYORUM!’’ dedi, bitirdi…

Öğrencilerin, hocaların, edebiyatçıların ayakta alkışlarıyla spor salonu inliyordu. Ayağa kalkmayan bir tek Selçuk KISAKÜREK’ Tİ…

KAZANDILAR…

* * *

LİSE SONU…

GENÇLİK BİR YANGINA DOĞRU İTELENİYORDU…

Öz güven patlaması yaşıyordu; İSTANBUL KORKAĞI, TOPLUM KORKAĞI değildi artık.

O yıllarda ders notlarının ortalaması bir kenara konuyor, her dersten bitirme sınavına giriliyor, bu sınavda en az 5 almak kaydıyla, karnedeki notlarla ortalamasının 5 olması gerekiyordu.

Tarih yazılı not ortalaması 6… Sözlüye kaldırıp 1 verecekti hoca, biliyordu. Notların idareye verilmesine on beş gün kalmıştı. Okula gitmeyi bıraktı, evde sürekli tarih çalıştı.

Okulların kapanmasına bir hafta kala gitti… Notlar idareye verilmişti. Tarih Hocası Selçuk KISAKÜREK sınıfa girer girmez bakındı, kendisini gördü, yaklaştı, kulağına eğilip ‘’Bitirme sınavında görüşeceğiz seninle!’’ dedi.

Sınavlara girdiler… Bir ay sonraydı, sonuçlar belli olmuşsa öğrenmek için okula gidiyordu, dönen bir arkadaşı taa uzaktan bağırdı…

- BOŞA GİTME! BİZİM SINIFTAN SADECE BEŞ KİŞ DOĞRUDAN MEZUN… DİĞERLERİ DÖKÜLMÜŞ…

- Eee?!

- BEŞ KİŞİDEN BİRİ DE SENSİN…

Gözleri karardı, başı döndü, midesi bulandı, bir bahçe duvarına oturdu… Tüm orta öğretim boyunca ilk kez bütünlemeye kalmamıştı, hem de son sınıfta…

KİMLER TARAFINDAN EDİNDİRİLDİĞİ BELİRSİZ SİYASİ YAFTASI SIRTINDA, LİSEYİ BİTİRDİ… Bakalım üniversiteyi kazanabilecek miydi, kazansa okuyabilecek miydi…

TÜRKİYE KARMAKARIŞIYORDU…

GENÇLİK BİR YANGINA DOĞRU İTELENİYORDU…

                                                                       Özcan ÇELTİK

                                                                         25.07.2014

SÜRECEK ./…

0
Paylaşım