Menu
RSS

Denizini inkâr etmeyen kumsalda yürüyordu, baharını yanında taşıyan güzel kadın. Günbatımının dağlara vuran duygusallığını seyrederken, ikindi gölgesi gibi düştü önüne, yemiş orkinosa benzeyen yaralı adam. Ne olup bittiğini anlayamamıştı…

Eğildi, ellerinden sıkıca tutup kaldırdı, ince kumların kenarına oturttu. Yaralarını temizleyip, yüzündeki ince teri elleriyle sildi. Adamın gözlerindeki incelik ve derinlik şaşkına çevirmişti kadını. Sanki kendinden bir parçaymış gibi davrandı. Orkinos adamı çözmeye çalışıyordu:

“Kimsin, nesin, nedir bu olup bitenler?” diye sordu. Adam:

“Bir zamanlar yatağına sığmayan ırmaklar gibiydim. Bir gün yüreğimdeki ormana bir kıvılcım düştü. Bütün yeşilliklerim yandı, kül oldu. Irmaklar kurudu. Rüzgar fırtınaya dönüştü. Kendimi hırçın bir hortumun içinde buldum ve beni bu kumsala savurdu. “İşte benim öyküm.” dedi ve güzel kadının göz pınarlarındaki suyun berraklığına uzun süre baktı. Gözlerinin kamaştığını fark etti. “Şimdi nereye gidiyorum, hangi havayı teneffüs ediyorum, hangi yollardan yürümem gerektiğini bilmiyorum. Yaşamla uçurumun kesiştiği noktadan kurtulmak istiyorum, çözmeye çalışıyorum...”

Ve kafasını güzel kadının dizlerine koydu, derin bir nefes alarak bir süre uyudu. Kadın şımarık, güzel bir kızın tavırlarını omuzlarından atarak, saçlarını okşadı adamın. Sanki yüreğinde bir baraj vardı da kapakları açılmak için zorluyordu kendini. Bıçak sırtındaki cambazla hiçbir farkı kalmamıştı. Karun hazinelerini bulan bir definecinin çılgınlığı düşmüştü gönlüne. Elleri, kontrolden çıkmış, bir yay gibi uzanıp sıkıca tuttu adamın ellerini.

Artık barajın kapakları açılmıştı. Sular deli dalgalar gibi sürükledi Orkinos adamla güzel kadını başka bir kumsala...

Kadın yüreğinde ne kadar tomurcuk varsa serpti kumsalın üzerine. Can versin, renklensin, yıldız gibi parlasın, kırlangıçlar gibi uçsun... Yalnızlığında sığınabileceği bir kumsalı olsun istedi. Değirmen taşı gibi döndü, su yılanı gibi aktı. Çocuk olup oynadı, kadın olup sevdi adamı. Kadehine, adına sofra kurulan rakı oldu, yudum yudum içsin tadına varsın, rengini, kokusunu alsın, tanısın da büyüsün, gelişsin, kırmızı karanfil olup yüreğinde açsın istedi. Bir ömrü yollarına sermeye hazırdı artık.

Günler mevsimleri, mevsimler yılları kovaladı. Kadın; basit ama ince bir tavır, sıcak bir merhaba ya da seni seviyorum derken, bedeninde orta şiddette bir depremin belirtilerini görmek istiyordu.

Sabrın mihenk taşı gibi direndi zamanın hızlı akışına. Düşündükleri ve beklentileri kursağının teğetinden bile geçmedi. Çünkü adamın ayakları sevdanın yollarında sürekli tökezliyordu. İçindeki boşluk giderek karanlık bir mağaraya dönüşüyordu. Nemi, insanı üşüten bir mağaraya...

Güzel kadın; içinden geçenleri kalın bir merceğin altına koyarak gözden geçirmeye karar verdi. İçinden şiirsel bir anlatımın geçtiğini fark etti. Hızlı bir hamle yaparak yakaladı, dizeler orkinos adam için yazılmıştı sanki. Hem de tepeden tırnağa.

“Kurumuş yüreğinin yatağında akan ırmaklar, bir bitişin habercisi mi bu kuşlar? Ölüm sessizliğini yaşıyor kuşlar.”

Birden su kuşu gibi ürperdi. Derin bir sessizlikten sonra toparlandı, var gücüyle yüreğini avuçlarına aldı. Bir muhabbet ehlinin tavrı ile konuştu yüreğiyle ve dedi ki:

“Ey yüreğim! Sende sakladığım bir ölü var yıkadım, kefenledim, duasını yaptım ama bir türlü gömemiyordum.”

Yavaşça doğruldu, yaşamın renkli kapısına doğru yürüdü. Ne bilir sevdayı bana gülenler diyerek...          

                                                                                                                             -İstanbul 2000-

0
Paylaşım