Logo

Tarihsel Süreç, Devlet Elitleri-CHP Çatışması ve Revizyonist Kemalizm

 1.BÖLÜM: 1919-1980 Dönemi İdeolojik Dönüşüm Süreci ve Devlet Elitleri-CHP Çatışması

Son dönemde Türkiye’de en yoğun tartışmalardan biri Kemalizmin güncelliğini yitirip yitirmediği ve AKP iktidarı ile birlikte tasfiye edilen resmi devlet ideolojisi olarak rafa kaldırıldığı yönündedir. Ve tabi ki bu düşünce beraberinde haklı olarak Kemalizmin bugünün koşullarını anlama ve yön verme bakımından yetersiz olup olmadığı tartışmasını beraberinde getirmektedir. Kemalizm bugün nasıl bir vizyona sahiptir? Ezilen halk kitlelerinin sorunlarını çözebilecek bir bakış açısına sahip midir? Yoksulluğa karşı eylem planı nedir? Kürt sorununa nasıl bakar? Nasıl bir ekonomik kalkınma öngörür? Avrupa  Birliği üyeliğine nasıl bakar? ABD ile yakın müttefik olma arzusu taşır mı? vs. gibi yüzlerce soru aslında bugün cevap beklemektedir.

Belki Kemalizm bir “aydınlanma felsefesi” olarak ön plana çıkarıldığında gündelik sorunlara somut çözüm önerileri ortaya koyması mantıklı bir beklenti olmayabilir. Ancak, şu da var ki Kemalizm artık günümüzde gündelik hayata dokunabildiği sürece daha da güçlenecek ve yeni bir aydınlanma görüşü ve kalkınma stratejisi olarak karşımıza çıkacaktır. Bu bağlamda, günümüzde “6 Ok”da takılıp kalmış Kemalizmi daha ileriye taşıyabilmek için yeni fikirler ve pratik çözümler ortaya koymak gerekmektedir. İsmet İnönü’nün 1965’de CHP’nin “ortanın solu” söylemleri, Ecevit’in 1974’te ortaya koyduğu “demokratik sol” tanımı ve yine 1976’da 6 ilkeyi 6 kural ile bütünleştirmesi CHP’nin ve dolayısıyla Kemalizmin yaşadığı ciddi bir yenilenme süreci olarak karşımıza çıkmıştır. Ancak, geçen süre zarfında değişen koşullara rağmen yeni söylemler geliştirilememiş olması beraberinde Kemalizmin de günümüzde zafiyetler göstermesine neden olmuştur.

2000’lerin sonundan itibaren devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm’in ve onu savunan devlet elitlerinin devlet mekanizması içerisinden çeşitli hukuki ve hukuki olmayan yollarda tasfiyesi ile birlikte artık Kemalizm’i savunacak ve ileriye taşıyabilecek tek güç olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin kaldığı aşikardır. O halde, dünün ve bugünün Kemalizmini anlamak, geleceğin Kemalizminin ne olması gerektiği ile ilgili revizyonist fikirler ortaya koyabilmek için CHP’nin kuruluşundan bu güne yaşadığı değişim ve dönüşüm süreçlerini iyi incelemek gerekmektedir. Çünkü, bu süreç CHP’nin ve Kemalizmin gideceği yolun ne olması nasıl olması gerektiği ile ilgili büyük ipuçları verecektir.

Tek Parti Dönemi

Cumhuriyet Halk Partisi 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin devamı olması itibariyle hem Kurtuluş Savaşı’nı yürüten, hem devleti ve rejimi kuran hem de büyük devrimler gerçekleştirerek ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine çıkaran siyasi ve toplumsal bir hareket olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ideolojik olarak beslendiği en temel yerli kaynak Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihat Terakki gibi geçmiş siyasi hareketler olmuştur. Bu hareketlerin reformist yönü, bir bakıma Kemalizmin de bu reformist hareketlerin evrim geçirmiş yeni bir versiyonu olarak karşımıza çıkmasını sağlamıştır. Ancak, bir kısmı eski İttihatçılardan oluşan Kemalistleri öncekilerden ayıran en belirgin fark yeni kurdukları devlet içerisinde tek hakim güç olarak büyük devrimler gerçekleştirme ve toplumu değiştirme-dönüştürme imkanına pratikte sahip olabilmeleridir.

CHP’nin öncülü olarak emperyalist güçlere karşı büyük bir kurtuluş mücadelesi gösteren Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ortaya koyduğu “anti-emperyalist, tam bağımsızlıkçı ve milliyetçi” tavır CHP’nin de ideolojik olarak bu temeller üzerine oturmasını sağlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1. Meclis döneminde 8 Nisan 1923’te ortaya koyduğu ve Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun bir program olarak benimsediği “9 Umde” de CHP’nin ideolojik çıkış noktasını ortaya koyan ilk ilkeler olmuştur. 9 Umde şu ilkelerden oluşmuştur: «Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir» «Halkın gerçek temsilcisi TBMM’dir» «Milli hakimiyet» «Tam bağımsızlık» «İktisadi kalkınma» «Tevhid-i  Tedrisat» «Saltanat diriltilemez» «Adil mahkemeler» «Daha kısa askerlik süreleri».

29 Ekim 1923 yılında cumhuriyet kurulduktan sonra Türkiye’nin Sovyet tipi sosyalist bir ideolojiye mi yoksa Batı tipi liberal sağ ideolojiye mi yöneleceği büyük merak konusu olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk daha önce İzmir İktisat Kongresi’nde Türkiye’nin  ekonomide “liberalizm”i benimseyeceğini tüm dünyaya ilan ederek Batılı devletlere yakın bir görüntü çizmişti. 3 Mart 1924’te “halifeliğin kaldırılması” ve 17 Kasım 1924’te de Atatürk tarafından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurdurulması ile Kemalistler yeni kurdukları devletin şu ideolojik temellere oturtulacağı mesajını vermişlerdi: “cumhuriyetçilik”” “laiklik” ve “milliyetçilik” “(çok partili temsili) demokrasi”.

Yine, Batı’da yaşanan büyük sınıf çatışmaların aksine Kemalistler geleneksel üretim tarzı nedeniyle Türkiye’de köklü bir burjuva ve işçi sınıfının oluşmadığı gerçeğinden de hareketle, tüm toplumsal sınıfları reddeden ve toplumdaki herkesin eşit olduğu fikrine dayanan “halkçılık” ilkesini benimsemiştir. Yeni kurulan devlet zaten şeriatçı ayaklanmalarla ve ülkenin tamamında otorite kurmakla uğraşıyorken, bir de Batı’da olduğu gibi yeni filizlenen milli burjuvazi ile işçi sınıfı arasında sınıf temelli çatışmaların ortaya çıkabileceği endişesi Kemalistlerin “halkçılık” fikrini benimsemesinde de etkili olmuştur.  Oysa ki, o dönem sanayileşme süreçlerinden geçmiş Batı ülkelerinde burjuva- proletarya çatışması toplumsal, ekonomik ve siyasi bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmıştır. Ve bu ülkelerde “sosyalist-komünist ve sosyal demokrat partiler” ile “sendikalar”ın verdiği mücadelelerin bir sonucu olarak güçlü olan burjuvanın lehine bir “eşitlik” değil de güçsüz olan proletaryanın lehine “sosyal adalet” söylemi ön plana çıkmıştır. Ancak, yeni kurulan Türkiye’nin henüz sanayileşme süreçlerinden geçmemiş olması sol nitelikli “sınıfçı” bir bakış açısı yerine sağ nitelikli “sınıfsız” bir bakış açısını kabul etmesine neden olmuştur. Ancak, Kemalistlerin halkçılık kavramına verdikleri anlam faşist Musollini ya da Falanjist Franco’dan nitelik olarak farklılık göstermiştir. Kemalistler her ne kadar “halk devrimi” yapmamış olsalar da her zaman “halktan yana, halk için” bir devrim gerçekleştirmiş olma iddiasında olmuşlardır. Nitekim, Mustafa Kemal Atatürk’ün “köylü milletin efendisidir” sözünden ve yoksul halk kesimlerine verdiği değerden de bu bakış açısını anlayabiliyoruz. Ayrıca, gerek Mustafa Kemal Atatürk’ün gerekse de Atatürk’ten sonra lider kadroların “toprak reformu” ile feodalizmin yıkılması ve köylülerin ekonomik, sosyal ve kültürel yönden özgürleşmesi fikri ısrarla savunulmasına rağmen bu fikir için uygun konjonktür sağlanamamıştır. Bu açıdan bakıldığında, Kemalistlerin halkçılığa yüklediği anlam, bilinçli bir sol karşıtlığı olarak işçi sınıfını yok sayma değil (ki zaten işçi sınıfı yok), Osmanlı tipi “yöneten-yönetilen” sınıflar arasında “yönetenin yüceltilmediği” “yönetenlerin ayrımcılığa tabi tutulmadığı”, buna karşın “yönetilenlere de değer atfedildiği”, yani herkesin devlet nezdinde ve toplumsal, ekonomik ve siyasi yaşamda eşit olduğu fikridir. Bugünün kelimeleriyle açıkladığımızda devlet nezdinde bir cumhurbaşkanı ile bir çoban arasında herhangi bir fark olmadığı, ve eğer çobana imkanlar sağlanırsa ve eğitim-öğretim süreçlerinden geçerse “yöneten” olabilmesinin önünde hiçbir engelin olmadığı bakışıdır. Ancak, daha sonra da değinileceği üzere, bu eşitlik fikri Türkiye’de sanayileşme ile birlikte burjuva-işçi sınıfının oluşması sonrasında yetersiz kalacaktır.

Nitekim, 1927 yılında 2. CHP Kurultayı gerçekleştirilmiş ve CHP Tüzüğü’nün 1. maddesinde CHP’nin “Cumhuriyetçi, halkçı ve milliyetçi” bir parti olduğu vurgusu yapılmış, 3. maddede de “fırka devlet ve millet işlerinde din ile dünyayı birbirinden ayırmayı en önemli esaslarından sayar” denilerek “laiklik” ilkesi benimsenmiştir.

Demokrasi fikrinin 1927’de vurgulanmamasının nedeni 5 Haziran 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının karşı devrimcilerin eline geçmesi nedeniyle kapatılması nedeniyle “çok partili demokrasi”ye geçmek için şartların henüz olgunlaşmadığı gerçeğidir. Nitekim, 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesinin de başarısız olması “çok partili demokrasi” pratiğinin 1945 yılına kadar rafa kaldırılmasına neden olmuştur. Yine, 1929 Buhranı ile Klasik iktisat görüşünün çökerek yerini devlet müdahalesini savunan Keynesyen görüşe bırakması “iktisadi liberalizm” fikrinin yerini “devletçilik” fikrine bırakmasına neden olmuştur. İzmir İktisat Kongresi’nden itibaren “özel sektör eliyle sanayileşmeye dayalı kalkınma fikri” devletin özel sektörü desteklemesini ve güçlü bir “milli burjuvazinin” ortaya çıkarılması arzusunu ortaya koymuştur. Ancak, 1929 Buhranı sonrası önce ılımlı sonra da katı devletçilik politikaları sanayileşme ve kalkınmanın büyük oranda devlet eliyle gerçekleşmesine, böylece Türkiye’de burjuvazi ve işçi sınıfı çatışmalarının Batı’ya göre çok daha sonra ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu durum 1930’ların sonundan itibaren aşırı milliyetçi rüzgarın etkisindeki Türkiye’de sol fikirlerin aykırı ve sakıncalı olarak görülmesine neden olmuştur.

Sonuç olarak, Kemalistler her ne kadar yeni devletin o dönem için en ütopik hedef olan Batı tipi “liberal ekonomi” ve “çok partili temsili demokrasi” çizgisinde ilerlemesini istemişseler de siyasi ve ekonomik konjonktür bu isteğin pratikte gerçekleşmesine engel olmuştur. Yine, 1930’lardan itibaren Avrupa’da faşizmin güçlenmesi ve sonrasında yaşanan 2. Dünya Savaşı Kemalistlerin konjonktür gereği çok partili demokrasi fikrinde bir süre ısrarcı olmamalarına neden olacaktır.

1928 yılında Anayasa’nın 2.  maddesindeki “Türk Devletinin dini, İslam dinidir” cümlesinin kaldırılması sonrasında, Kemalistler ve CHP artık 1930’ların başında ideolojik olarak berraklığa kavuşmuşlardır. 1931’deki 3. CHP Kurultayı’nda “cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik, devletçilik, halkçılık ve devrimcilik” 6 İlke (6 Ok) olarak benimsenmiş, 1937 yılında da Anayasa değişikliği ile Anayasa’ya eklenmiştir.

Tek parti döneminde “halkçılık” ilkesi gereği sivil toplum, sendikalaşma, sosyal hak ve özgürlükler alanında ciddi bir ilerleme kaydedilememiştir. Dolayısıyla, “sol” fikirlerin gelişebilmesi için uygun bir siyasi ve toplumsal ortam oluşmamıştır. Aksine, 1930’lardan itibaren “aşırı laiklik” uygulamaları, 1930’ların sonları ile 1940’larda “otoriter” (totaliter değil) bir yönetim anlayışı, 2. Dünya Savaşı’nın da etkisiyle aşırı milliyetçilik anlayışı baskın bakış açısı olarak kendini göstermiştir. 1920 ve 1930’larda Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması,  sonrasında yapılan büyük devrimlerin ve ekonomik kalkınmanın yarattığı heyecan, 1938 yılında Atatürk’ün ölümünden sonra savaş yıllarının ekonomik sıkıntıları ve otoriter yönetim anlayışı ile birlikte yerini “umutsuzluk ve memnuniyetsizliğe” bırakmıştır. Ancak, o dönem kendi koşulları ile değerlendirildiğinde ve yine Türkiye dengi ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’nin genç bir Cumhuriyet olmasına rağmen ciddi bir siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel ilerleme gösterdiği, her ne kadar çok partili sistem olmasa bile kendine özgü kendi çapında bir demokrasi anlayışı geliştirdiği mutlaktır.

Şunun da altını özellikle çizmek gerekir ki, CHP dünya siyasi tarihinde “örnek olay” olarak uzun yıllardır tartışmasız iktidara sahip olduğu halde  “kendi isteğiyle” çok partili rejime geçme iradesi gösteren tek partidir. Bu durum açıkça göstermektedir ki, Kemalistler henüz 1920’lerde gerçekleşmesini arzu ettikleri “çok partili demokrasi” fikrinden Atatürk’ten sonra  bile hiçbir zaman vazgeçmemişler, konjonktüre uyum sağlayarak uygun zamanı beklemişlerdir.

Hatta, bir görüşe göre henüz devrimler toplum tarafından tam olarak içselleştirilememişken, dahası taşra aydınlanması ve geleneksel feodal üretim yapısı tasfiye edilmeden İsmet İnönü’nün çok partili demokrasiye geçme bakımından aceleci davrandığı eleştirileri kısmen doğrudur. Ancak, o dönem açısından toplumda var olan hoşnutsuzluğun bir şekilde belli reformlar gerçekleştirilerek giderilmesi gerekliydi. Ve tabi ki, CHP kadrolarının mevcut seçim sistemi ile 1950 Seçimlerini kaybedebileceklerini hiç hesaba katmamış olmaları da tarihe not düşülmesi gereken bir realitedir.

Demokrat Parti Dönemi

Cumhuriyet Halk Partisi her ne kadar devlet-parti bütünleşmesinin yaşandığı 1920’lerde ve 1930’larda Kemalizm’i ve “6 Ok”u ortaya koyan ve çerçevesini çizen siyasi hareket olsa bile, tek parti rejiminden sonraki süreçte yani 1950’lerden itibaren devlet otoritesi içerisinde hakim bir güç elde edemediği için çoğunlukla devletin resmi ideolojisine yön veren güç olamamıştır. O dönemden itibaren resmi ideolojiye yön verenler kendilerini devleti kuran iradenin devamı olarak gören ve yine kendini “Kemalist” olarak niteleyen devlet elitleri olmuşlardır. Yani, bürokratlar, hakimler-savcılar, askerler ve akademisyenler.

1950’de CHP seçimle iktidarı kaybedince, tek parti döneminde devlet-parti bütünleşmesi nedeniyle CHP çatısı altında bulunan devlet elitleri ile CHP’nin siyasi kadroları ve partizanları zorunlu bir yol ayrıma gitmişlerdir. Ancak, bu dönemde yılların alışkanlığı olarak bu devlet elitlerinin 1950’lerde CHP’den tamamen kopmadığı ve Milli Şef İsmet İnönü’ye büyük saygı ve bağlılık duydukları de bilinen bir gerçektir.

Nitekim, 1950’li yıllarda Demokrat Parti zamanında devlet yapısı içerisindeki Kemalist kadroların bürokrasi ve yargı alanından tasfiyesi ordu içerisinde de devam ettirilmek istenince 27 Mayıs Askeri Müdahalesi karşımıza çıkmıştı. Demokrat Parti kendini kurucu iradenin devamı olarak gören devlet elitlerini tasfiye edip devleti kendi kadroları ile dönüşmeye yeltenerek aslında kendi ipini de çekmişti. Bürokrasi, yargı ve üniversitelerde bunu önemli oranda başardıysa da sıra askerlere geldiğinde Demokrat Partililer bunun bedelini ağır ödemişlerdir. 

Bu arada, Demokrat Parti’nin yönetici kadroları ile tabanını Atatürk karşıtı gibi algılamak doğru bir bakış açısı değildir. Hatta, Demokrat Partinin ilk lideri ve cumhurbaşkanı Celal Bayar kendini has Atatürkçü olarak tanımlardı. Adnan Menderes de Atatürk’e büyük bir hayranlık beslerdi. Ancak, Demokrat Parti ve o gelenekten gelen partilerin (Adalet Partisi, Anavatan Partisi) Atatürkçülüğü, devleti kuran ideolojiye ve Atatürkçü Düşüncenin temel felsefesine duyulan bir ideolojik ve felsefik bağlılıktan ziyade, Mustafa Kemal Atatürk’ün -ideolojik ve düşünsel mirasına değil de- şahsına duyulan sevgi ve saygıdan öteye gitmemiştir.

Tek Parti Döneminde 1930’ların sonları ve 1940’larda 2. Dünya Savaşı’nın da etkisiyle aşırı sağcı bir çizgiye kayan ve konjonktür gereği sendikalaşma, işçi hakları, sivil toplum ve örgütlenme gibi konularda yasakçı bir bakış açısına sahip olan CHP, 1950’de iktidarı kaybettikten sonra bir çıkış yolu olarak artık kendini revize etme gereği duymuştu. 1953 yılındaki 10. Kurultayda “hukuk devleti”, “yargıç bağımsızlığı”, “sendika ve meslek örgütleri kurma özgürlüğü”, “işçilere grev hakkı” gibi hak ve özgürlükleri topyekün savunur noktaya gelen CHP aslında ilk ideolojik dönüşümünü yaşamıştır. Devlet elitlerinin elinde ılımlı muhafazakâr, aşırı milliyetçi ve halkçı çizgideki CHP bu adımla birlikte aslında söylemlerini değiştirerek sol değerlere göz kırpmıştı. CHP aslında o dönemin realitesini iyi kavramıştı. Çünkü, 1923 yılında 20-30 bin olan işçi sayısı 1945 yılında 250 bine ulaşmış, milli burjuvazi görece güçlenmiş ve artık Batı’daki gibi sınıf  temelli çıkar çatışmaları kendini göstermeye başlamıştı. Bu açıdan, tüm sınıfları reddeden ve herkesi eşit gören “halkçılık” ilkesinden taviz verilerek emekçi sınıfı ön plana çıkaran “sosyal adalet” kavramı ilk kez dillendirilmeye başlanmıştı.  Nitekim, 1959 yılındaki 14. Kurultay’daki İlk Hedefler Beyannamesi’nde “basın özgürlüğü”, “üniversitelerin özerkliği” ve tabi ki “sosyal adaleti sağlama” hedefi özellikle vurgulanmıştı. Yine, “eşitlik”, “2’li meclis yapısı kurulması”, “Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Hakimler Şurası’nın kurulması” da diğer öncelikli hedefler olarak ortaya konmuştu. 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesinden sonra yapılan 1961 Anayasası’nın “sosyal devlet” “sosyal adalet” “ileri hak ve özgürlükler” temelinde yapılmış olmasında CHP’nin 1959 yılında ortaya koyduğu bu hedefler yol gösterici olmuştur. Başka bir ifadeyle, CHP’nin İlk Hedefler Beyannamesi 1961 Anayasası’nın fikirsel temelini oluşturmuştur. İşte, 27 Mayıs “Darbe”sini 27 Mayıs “Devrim”i yapan fikirsel altyapı da budur.

1960’lar

1960’lı yıllar dünyada ve 1961 Anayasası’nın da sağladığı hak ve özgürlükler sayesinde Türkiye’de “sol” rüzgârın esmesine neden olmuştur. Bu rüzgar Türkiye’de ciddi bir toplumsal taban bulmuş, yoksul ve emekçi kesimler ekonomik, siyasi ve sosyal taleplerini savunmaya başlamışlardır. Yine, anti-kapitalizm ve anti-amerikancılığın yayılması, bu atmosfer içinde kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin büyük ilgi görmesi CHP’nin ideolojik bir boşluğa düşmesine neden olmuştur. İşte bu noktada İsmet İnönü 1965 Genel Seçimlerinin hemen öncesinde verdiği bir mülakatta “CHP bünyesi itibariyle devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solunda bir anlayıştadır.” diyerek CHP’nin safını belirlemeye başlamıştır. Yine, “Aslında laikiz dediğimiz günden beri ortanın solundayız” diyerek duruşunu perçinlemiştir. Aslında, CHP’nin “ortanın solu” fikri bir anda ortaya çıkmamıştı. Yukarıda değindiğimiz 1954 ve 1959 CHP Kurultaylarında ortaya çıkan “sol” söylemler bu fikrin teorik altyapısını oluşturmuştur.

CHP’nin safını “ortanın solu”nda belirlemesi artık CHP’nin kendini devleti kuran iradenin devamı olarak kabul eden devlet elitleri (bürokratlar, hakimler-savcılar, askerler) ile kesin bir yol ayrımına girmesine neden olmuştur. 1961-1964 yılları arasında İnönü’nün kurduğu koalisyon hükümetleri dönemi CHP ile devlet elitlerinin son yakın teması olmuştur. Artık, bundan sonra Kemalizm devletçi-aşırı ulusalcı-otoriter-jakoben devlet elitleri ve merkez solcu-özgürlükçü-ezilenlerden yana CHP olmak üzere iki farklı kanatta yoluna devam edecektir. Bir tarafta devleti yücelten devlet elitleri, diğer tarafta da halk kitleleri ile buluşma hedefine yürüyen CHP modeli karşımıza çıkmıştır. Şunu da açıkça belirtmekte fayda var ki, CHP içindeki belli bir kesim o günden bugüne elit ve aşırı ulusalcı bağlarından kopmamışlardır, ya da başka bir ifadeyle devlet elitlerinin CHP uzantısı olarak pozisyon almışlardır.

Ancak, her ne kadar 1965 yılından itibaren CHP’nin ortanın solunu benimsemesi ile birlikte kendini devleti kuran iradenin devamı olarak gören devlet elitleri (bürokratlar, hakimler-savcılar, askerler ve akademisyenler) ile CHP’nin siyasi kadroları ve partizanlar 1960’ların ortasından itibaren ideolojik bir yol ayrımına girmiş olsalar da asıl kopuş 1970 ve 1980’li yıllarda daha derinden hissedilecektir. Ancak, CHP’nin yaşadığı dönüşüme benzer olarak 1960’lı yıllarda esen “sol” rüzgara kayıtsız kalmayan devlet elitleri, 1965 Seçimleri sonrası Demokrat Parti’nin devamı olma iddiası ile tek başına iktidara gelen Adalet Partisi ile derin bir hükümet&yargı-bürokrasi-ordu çatışmasına neden olmuşlardır.

CHP’nin yaşadığı ideolojik dönüşüm tabi ki sancısız olmamıştır. Ortanın solu fikrine sıcak bakmayan 47 milletvekili ve senatör 1967 yılındaki 4. Olağanüstü CHP Kurultayı sonrası CHP’den ayrılarak Güven Partisini kurmuşlardır. Parti bildirisinde yer alan “Yolumuz Atatürk’ün gösterdiği yoldur” cümlesi dikkat çekici bit anekdot olarak karşımıza çıkmıştır. Yine, 1972’de ortalın solu fikrinin en katı savunucusu Bülent Ecevit’in genel başkan seçilmesi ile birlikte 58 milletvekili ve senatörden oluşan bir başka grup da CHP’den ayrılarak Cumhuriyetçi Parti’yi kurdular. CHP’de yaşanan ideolojik dönüşümün bir sancısı olarak ortaya çıkan bu iki parti kısa bir süre sonra Cumhuriyetçi Güven Partisi adı altında birleşmişlerdir. Kendini merkez sağda gören bu hareket CHP’nin Atatürkçülük'ten uzaklaştığını savunmuş ve CHP’nin geliştirdiği ortanın solundaki Atatürkçülüğe karşı ortanın sağında Atatürkçülük geliştirmeye çalışmışlardır. Sürekli kan kaybeden bu hareket 1980’de CGP’nin faaliyetlerinin durdurulması ile sona ermişse de daha sonra bıraktıkları mirası devralan ciddi bir hareket olmamıştır. Bu durum da 1980 sonrası Kemalizmin siyasi alanla CHP (SODEP-SHP-DSP) kadrolarının tekelinde “merkez sol” çizgide devam etmesine neden olmuştur.

Yani, sonuç olarak 1960’ların ortasından itibaren Kemalizmin yaşadığı ilk ideolojik ayrım sadece devlet elitleri ile CHP’nin siyasi kadroları ve partizanları arasında olmamış, CHP içinde de bu ayrışmalar yaşanmıştır.

Demokrat Parti Döneminde büyük bir tehdidi atlatan devlet elitleri, 1960’lardan itibaren CIA, MOSSAD, Gladyo, Kontgerilla, 1990’lardan itibaren de Cemaat gibi daha büyük tehditler ile baş etmek zorunda kalacaktır. Nitekim, 2000’li yılların sonu itibariyle gerek hukuki (baskı ve sindirme) gerekse de hukuki olmayan yollarla (Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat Davaları) bürokrasi, yargı, ordu ve üniversitelerden büyük oranda tasfiye edileceklerdir.

1968 Hareketi ve 1970’lerdeki sağ-sol çatışmaları Kemalizm’in kavramsal bir kargaşa içerisine düşmesine neden olmuştur. Her ne kadar CHP 1965’ten itibaren “ortanın solu”nda ancak sosyalizmin karşısında bir duruş sergilese bile, özellikle dünyada cereyan eden 68 Gençlik Hareketinin de etkisiyle, Türkiye’de kendini solcu olarak tanımlayan gençler kendilerini ideolojik olarak “Marksist-leninist” çizgide sosyalistler olarak görmüşlerdir. Kemalizmin “anti-emperyalist, tam bağımsızlıkçı ve milliyetçi” tavrı ile “devrimci” karakterinin ortaya koyduğu “aydınlanma felsefesi” bu sosyalist gençlerin Mustafa Kemal Atatürk ile yakın bir bağ içerisinde olmalarını sağlamıştır.

 1970’ler

Bu gençlerin önemli bir kısmı Türkiye’de emekçi ve ezilen kesimlerin sosyalist bir devrimi gerçekleştirebilecek kabiliyette olmadıklarına ve tabi ki şartların uygun olmadığına inandıkları için, devrimin ancak devlet elitleri ile işbirliği yaparak tepeden inme gerçekleşebileceğine inanmışlardır. Bu bağlamda “devlet elitleri” içerisindeki askerler arasındaki üst düzey “solcu” grup ile ittifak içine girerek darbe ile Milli Demokratik Devrimi gerçekleştirme hedefine yoğunlaşmışlardır. Nitekim, devlet elitleri içerisindeki daha baskın askeri gücü temsil eden sağcı grup ile 1960’lardan itibaren devlet içerisinde etkin güç elde etmeye başlayan CIA durumu fark ederek solcu darbecilere karşı bir hamle ile 12 Mart Askeri Müdahalesini gerçekleştirmiştir. 12 Mart Askeri Müdahalesini gerçekleştiren devlet elitleri  “sosyalist fikir ve söylemleri” devletin varlığı ve devamlılığı için bir tehdit olarak algılamış, onu koruma içgüdüsüyle solcu gençlere yönelik bir sürek avı başlatmıştır. Milli Demokratik Devrim saflarında yer alan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanması ve idam edilmeleri bu baskın güç tarafından gerçekleştirilmiştir. İsmet İnönü’nün dahi darbeci devlet elitlerini ikna edemeyerek Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını önleyememesi kendini kurucu iradenin devamı olarak gören devletçi-aşırı ulusalcı-otoriter-jakoben devlet elitleri ile CHP arasındaki iplerin tamamen koptuğunu, dahası CHP’nin ideallerini gerçekleştirebilmek için artık bu devlet elitleri ile de mücadele etmesi gerektiğini açıkça ortaya koymuştur. Ve yine, 12 Mart 1971 sonrası süreç göstermiştir ki, devlet elitlerinin baskın olan kesimi “sosyalizm tehdidine” karşı 1990’lara kadar CIA ile ittifak içerisinde olmuş ya da başka bir bakış açısıyla onun etki alanından çıkamamıştır.

Solcu gençlere yönelik gerçekleştirilen sürek avının devlet elitleri yani “Kemalist devlet” tarafından gerçekleştiriliyor algısı, 1970’lerin ortasından itibaren bazı sosyalist gençlik gruplarının Kemalizm fikrinden kopmasında oldukça etkili olmuştur. Aslında bu tartışma bugün bile güncelliğini korumaktadır. Ülkemizde 1970’lerde, 1980’lerde ve 1990’larda devlet eliyle gerçekleştirilen katliamlar ya da otoriter-baskıcı yönetim anlayışı topyekün Kemalistlere mal edilmiştir. Oysa ki, kendini kurucu iradenin (Kemalistler) devamı olarak gören devlet elitlerinin sahip olduğu karakter ve ideolojik duruş ile Kemalizme toplumcu ve emekçi yorumlar katan CHP kadrolarının ve partizanların sahip olduğu karakter ve ideolojik duruş birbirinden çok farklıdır. Öyle ki, CHP savunduğu fikirler itibariyle bu sosyalist gruplar gibi devlet elitleri ile de mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle, özellikle 1970’lerden itibaren devlet elitlerinin fikirleri ve eylemleri nedeniyle CHP’nin ve Kemalizmin yargılanması doğru bir bakış açısı değildir. Dahası, CHP Kemalizmi 1965’ten itibaren salt resmi devlet ideolojisi olmaktan çıkararak, Bülent Ecevit ile birlikte Kemalizmi sol değerler ile emekçilerden, köylülerden ve ezilenlerden oluşan geniş halk kitleleri ile buluşturmuştur. Nitekim, CHP’nin ortaya koyduğu bu söylemler toplum nezdinde karşılık bulmuş, CHP 1973 seçimlerinde %33,2, 1977 Seçimlerinde de %41,38 oy oranı ile solun halen de geçerli olan oy rekorunu kırmıştır. Ecevit’in sol söylemleri ve ABD’nin çıkarlarına aykırı tutumu (Kıbrıs Barış Harekatı, haşhaş yasağının kaldırılması) CHP’nin ABD, onun devlet içindeki uzantıları ve onların müttefiki belli devlet elitleri tarafından hedef haline gelmesine neden olmuştur. Ecevit, her ne kadar “merkez sol”da yani “sistemin içerisinde” bir partinin lideri olsa da, güçlü bir sosyalist partinin yokluğu nedeniyle aslında tüm solun lideri olabilme başarısı göstermiştir.

Bülent Ecevit’in 1970’lerde ortaya koyduğu söylemler bir bakıma CHP’nin geleneksel ideolojik bağlarından kopması anlamını da taşıyordu. Ecevit’in CHP’de gerçekleştirdiği ideolojik değişim ve dönüşüm beraberinde Kemalizm’in de yaşadığı bir değişim ve dönüşüm anlamına geliyordu. Aslında bugünün CHP’lilerinin büyük çoğunluğunun savunduğu sol fikirler o günlerde Ecevit’in ortaya koyduğu fikirlerden çok da farklı değildir. Ecevit’in kitleleri arkasından sürükleyebilme kabiliyeti CHP’de belki de onlarca yıl alabilecek bir değişim sürecinin 3-5 yılda gerçekleşmesini sağlamıştır. 1972 yılındaki 21. CHP Kurultayında CHP tüzüğünün 35 maddesinin birden değiştirilmesi, 1974 yılındaki Tüzük Kurultayında “ortanın solu” söyleminin “demokratik sol” olarak ideolojik bir netliğe kavuşması yaşanan ciddi ideolojik değişimi somut bir şekilde ortaya koymaktadır. Ecevit’in “demokratik solculuk, tepeden inme değil, temelden yükselme solculuktur. Halka rağmen solculuk değil, halk solculuğudur. Bizim solculuğumuzun sınırını halk çizer ve çizecektir.” sözleri ideolojik dönüşümün fikirsel altyapısının ciddi bir temele oturtulduğunu ortaya koymuştur. Yine, 1976 yılındaki 23. CHP Kurultayı’nda CHP ve Kemalizm ideolojik olarak yeni bir atılım yaşamıştır. Kurultay’da “6 İlke” “6 Kural” ile (özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü ve halkın kendini yönetmesi) bütünleştirilerek Kemalizm’e yeni bir soluk ve heyecan katılmıştır. Bu kurultayda Sosyalist Enternasyonale katılma kararı da ciddi bir adım olmuştur.

Bu sırada, 1970’li yıllar Türkiye’de ideolojik olarak “parçalanmış” bir karakter göstermiştir. 1960’lar ve öncesinde yaşanan CHP-Demokrat Parti kamplaşması, 1970’lerde geniş bir alana yayılmıştır. Merkez solda CHP, merkez sağda Adalet Partisi, aşırı milliyetçi MHP ve siyasal İslamcı Milli Selamet Partisi siyaseti domine etmişlerdir. Sosyalistler –engellemelerin de etkisiyle-partisel anlamda ciddi bir varlık gösterememiş, Kürt Siyasi Hareketi de 1970’lerin sonlarından itibaren filizlenmeye başlamıştır.

1970’lerin sonuna gelindiğinde siyaset kurumu artık toplumsal kaos ve anarşinin önüne geçememiş, geçemediği gibi daha da tırmandırmıştır. Artık sokak ortasında infazlar günlük hayatın bir gerçeği haline gelmiş, sağ-sol çatışmaları mezhepsel zemine çekilerek Alevi-Sünni çatışmalarına dönüşmüştür. Devlet elitleri devleti ve toplumsal yaşamı tehdit eden bu duruma karşı “darbe” seçeneğini değerlendirerek 12 Eylül 1980’de darbeyi gerçekleştirmiştir.

Buradaki asıl soru kaos olduğu için mi darbe yapılmıştır? Yoksa, darbe yapılması için mi kaos yaratılmıştır? Bu sorunun cevabı halen net bir yanıt bulamasa da, baskın görüş darbenin yapılması için gizli eller tarafından planlı bir şekilde kaosun yaratıldığıdır. Çünkü, neoliberalizmin ABD tarafından Türkiye’ye ihracı anlamına gelen 24 Ocak Kararlarının uygulanması ve bunun da ötesinde Türk toplumunun dönüştürülebilmesi için böyle bir askeri darbeye ihtiyaç duyulduğu aşikardır. Devlet elitleri açısından devleti ve toplumu yeniden rayına sokma ve kendi istediği şekilde yeniden şekillendirme içgüdüsü ile ABD’nin neoliberalizmi Türkiye’ye enjekte etme arzusu ortak noktada buluşunca darbe kaçınılmaz olmuştur. Yani, 12 Eylül darbesini sadece gayrimilli Amerikancı bir darbe olarak görmek de, sadece devlet elitlerinin milli bir hareketi olarak görmek de eksik ve hatalıdır. Baskın gücün hangisi olduğunu tahmin etmek bugün bile zor olsa bile, ortak hedeflerin gerçekleştirilmesi bakımından devlet elitleri ile ABD’nin devlet içindeki uzantıları arasında bir ittifakın varlığı aşikârdır.

Yukarıda değinilenler ışığında denilebilir ki, Kemalizmin dün ve bugün ne ifade ettiğini, yarın ne ifade edeceğini anlayabilmemiz için tarihsel olarak geçirdiği evreleri iyi analiz etmek gerekmektedir.  Temel gerçeklik şudur ki; Kemalizm, kendini devleti kuran iradenin devamı olarak gören devlet elitleri ile onu 1965’ten itibaren resmi devlet ideolojisi olmaktan çıkararak geniş halk kitleleri ile buluşturan CHP’nin siyasi kadroları ve partizanları eliyle iki farklı kimliğe bürünmüştür. Hatta, ideolojik olarak birbirinden farklılaşan bu iki yapı çoğu zaman birbirleri ile çatışma ve mücadele halinde olmuşlardır. Devlet elitlerinin CHP içindeki uzantıları da ciddi bir toplumsal karşılıkları olmadığı için CHP’de -kimi zaman etkin güç olmuşlarsa da- baskın güç olamamışlardır.

(Önümüzdeki sayı: 2. Bölüm: 1980 Sonrası CHP’nin İdeolojik Dönüşüm Süreci, Devlet Elitlerinin Tasfiyesi, Revizyonist Kemalizm ve Sol)

Template Design © Kaktus Haber Templates Kaktus Medya. All rights reserved.