Menu
RSS

Ben bu yazıyı kaleme alırken Filistin’de masum insanlar İsrail’in gerçekleştirdiği askeri operasyon nedeniyle ölüyorlardı. Muhtemelen siz bu yazıyı okurken de ölüyor olacaklar. Tüm bu katliamlar yaşanırken hepimiz elimiz kolumuz bağlı bir şekilde Gazze’de insanların zalimce öldürülmesini televizyondan izliyoruz.

Artık yeni trend hiçbir faydası olmadığını bile bile –sırf kendimizi rahatlatmak için- sosyal medya üzerinden Filistinlilere destek yazıları paylaşmak. İsrail ürünlerini boykot edelim diyoruz, ancak kullandığımız malların çoğu İsrail malı olduğu için trajikomik bir durumun içinde buluyoruz kendimizi. Tüm dünya suspus bir şekilde –hatta bir kısmı da İsrail’i haklı görerek- Gazze’de kadın ve çocukların katledilmesini izliyor.

Bu yazıda bugün ve geçmişte Filistinlilerin yaşadıkları dramın yakın dönem tarihsel köklerini ele alacağım. Böylece, Filistin sorununun ortaya çıkışının 5-10 hatta 50 yılda olmadığını ortaya koyarak sorunun da kısa vadede çözümünün mümkün olmadığını (örneğin; İsrail mallarını boykot etmek gibi) sizlere tarihsel perspektif içinde gözler önüne sereceğim. Dahası, konuya ilişkin genel bir değerlendirme yaptıktan sonra kendi çözüm önerilerimi ortaya koyacağım.

Tarihsel Süreç

Arz-ı Mevut ve Dünya Siyonist Teşkilatı

Yakın dönem Ortadoğu tarihinin gidişatını belirleyen ilk önemli olay 1897 yılında Der Judenstaat (Yahudi Devleti) kitabının yazarı Theodor Herzl önderliğinde Basel’de 1. Siyonist Kongresi’nin toplanmasıydı. 202 temsilcinin katıldığı bu kongrede Siyonistlerin ilk siyasi örgütlenmesi olan Dünya Siyonist Teşkilatı kurulmuştu. İleride Filistin topraklarında kurulacak olan İsrail devletinin ilk adımı da böylece atılmıştı. Ancak, her ne kadar toplantı siyasi bir içerik taşısa da bunca insanı bir araya getiren temel motivasyon kaynağı Tevrat’tı. Çünkü, Yahudi inancına göre Tevrat’ta İsrailoğullarına “arz-ı mevut” denen topraklar vadedilmişti.

Tevrat’ta der ki: “O gün de Rab Abrahamla (İbrahim) ahdedip dedi: Mısır Irmağından büyük ırmağa, Fırat Irmağına kadar bu diyarı (…) senin zürriyetine verdim.” (Tekvin Bölümü, Bap 15-18).”

Theodor Herzl kongrede Siyonizm’in amacını şu sözlerle açıkça ortaya koymuştu: “Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı’na; sloganımız Davud ve Süleyman’ın Filistin’i olacaktır.”

Yine, uzun vadede hedeflerini şu sözlerle ortaya koymuştur: “Basel’de ben Yahudi Devleti’ni kurdum. Eğer bunu yüksek sesle söylersem bütün dünya güler. Fakat beş sene içinde veya elli sene sonra herkes bunu böyle bilecektir.” Tarih Herzl’i haklı çıkarmıştır, çünkü Herzl’in bu sözlerinden tam 51 yıl sonra İsrail Devleti resmi olarak kurulmuştur.

Herzl’in önderliğindeki Siyonistlerin amaçlarını gerçekleştirebilmeleri için önlerindeki en büyük engel o dönem Filistin topraklarına sahip olan Osmanlı Devleti’ydi. Herzl bu sorunu aşmak için padişah II. Abdülhamit ile bizzat görüşmüş ve tüm Osmanlı borçlarına karşılık Filistin’in kendilerine satılmasını teklif etmiştir. II. Abdülhamit bu teklife çok kızmış ve rivayet olduğu üzere “Filistin’e ancak cesetlerimiz üzerinden girilebilir. Böyle bir teklif yapan adam, bir adım daha atmasın ve memleketi terk etsin.” demiştir. Bu tavır karşısında Herzl “Siyonizm’in amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı’nın dağılmasını beklemeliyiz ” diyerek yeni stratejisini ortaya koymuştur.

İlk Siyonist kongrenin toplandığı 1897 yılından İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948 yılına kadar tam 21 Siyonist Kongre toplanmıştı. 1901 yılındaki 5. Siyonist Kongre’de “Yahudi Milli Fonu” kurularak Siyonistler ciddi bir mali güç elde etmişlerdi. Ancak, Osmanlı engelini bir türlü aşamayan Siyonistler 1903 yılındaki 6. Siyonist Kongre’de karamsarlığa kapılarak Filistin yerine daha uygun yer olarak Uganda’ya yerleşme fikrine daha sıcak bakmışlardı. Yine de, 1907 yılındaki 7. Siyonist Kongre’de yeniden kesin olarak Filistin’e yerleşme kararı almışlardır. En keskin çıkışın yapıldığı kongre 1911 yılındaki 10. Siyonist Kongre olmuştur. Bu kongrede pratikçi Siyonistler etkin olmuş ve siyasi ortam beklenmeden Yahudi devletinin kurulması için temellerin atılması, bunun için de tarım merkezleri ve kolonilerin kurulmasının hızlandırılması kararı alınmıştır.

Büyük Göçler (Aliyah), Üretim Kolonileri ve Kentlerin Kurulması

1800’lü yılların sonu itibariyle Yahudiler dünyanın dört bir yanına dağılmış durumdaydı. Ancak, bazı Yahudiler yaşadıkları bölgelerde gerek antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) gerekse de ekonomik, sosyal ve siyasal sebepler nedeniyle huzursuzluk içerisindeydiler. 1897 yılında Herzl önderliğinde toplanan 1. Siyonist Kongre’nin temel amacı aslında özellikle Doğu Avrupa’da yayılan Yahudi düşmanlığına karşı çözüm bulmaktı. Bu çözüm de Filistin’de bir İsrail devleti kurarak Yahudilerin oraya göç etmesini sağlamaktı. Dünya kamuoyunun bu fikri ileride destekleyebilmesi için Filistin’de etkin bir Yahudi nüfusunun bulunması gerekliydi. Bu nedenle Yahudiler Siyonist teşkilatın desteği ve yönlendirmesiyle hem mecburiyetten hem de bu stratejinin bir sonucu olarak kafileler halinde kendi anayurtları olarak gördükleri Filistin’e göç etmeye başladılar.

1. Göç 1882-1903 yılları arasında 35.000 Rusya ve Yemen Yahudisinin, 2. Göç 1904-1914 yılları arasında Rusya’da büyük huzursuzluk yaşayan 40.000 Rusya Yahudisinin bölgeye göçmesi ile gerçekleşmiştir. İlk tarımsal üretim kolonilerinin kurulması bu göçler neticesinde gerçekleşmiştir. Ancak, bu göçler doğrudan Filistin’e değil Suriye’nin güneybatısına yapılmıştır.

1914 yılında başlayan 1. Dünya Savaşı Siyonistler için büyük bir kazanım olmuştur. Öyle ki, Filistinliler 1.Dünya Savaşı’nda İngilizleri destekleyince Osmanlı Devleti Filistin Cephesi’ndeki savaşı İngilizlere karşı kaybetmişti. Araplar burada stratejik ve hayati bir hata yapmışlar ve İsrail devletinin kurulmasının önündeki en büyük direnç olan Osmanlı Devleti’nin bu toprakları İngilizlere teslim etmek zorunda kalmasına neden olmuşlardı. Arapların yaptığı bu büyük hata İngiltere’nin 1917 yılında yayınladığı Balfour Deklarasyonu ile tescillenmişti. Bu deklarasyon ile İngiltere Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasına destek verileceğini açıklamış, Fransa, İtalya ve ABD de deklarasyona destek vermiştir. 1917’de İngilizlerin Kudüs’ü işgali ve sonrasında 1920’de İngiliz Mandası ve 1922’de fiili İngiliz işgali sonrasında artık Yahudiler Filistin’e doğrudan ve kolayca göç edebilme imkanına kavuşmuşlardır. Hatta fiili İngiliz yönetiminin en yüksek komiseri Herbert Samuel’in de bir Siyonist olması Filistinlilerin Osmanlı’ya karşı İngilizleri destekleyerek aslında bindikleri dalı kestiklerini açıkça ortaya koymuştu.

1919-1923 yılları arasında 3. Göç ile 40.000 Rusya, Polonya, Romanya ve Litvanya Yahudisi, 1924-1928 yılları arasında da 4. Göç ile 80.000 Polonya, Rusya, Macaristan, Romanya, Litvanya, Yemen ve Irak Yahudisi doğrudan Filistin’e göç etmiştir. Bu göçler ile birlikte artık kentlerin inşa süreci ve büyük kentlerin kurulması süreci başlamıştı.

İlk Arap-Yahudi Çatışmaları

İngiliz hakimiyeti sonrası Filistinli Araplar Yahudi göçleri ile kendi ülkelerinde bir İsrail Devleti kurulması için şartların olgunlaştırılmaya çalışıldığını iyice fark ederek ayaklanmaya başladılar. 1920 yılında Arapların ayaklanmasıyla ilk Arap-Yahudi çatışması gerçekleşmiştir. Bu ayaklanmada 5 Yahudi ve 4 Arap ölmüş, 211 Yahudi ve 21 Arap da yaralanmıştır.

1921 yılında Araplar Yahudilere ve Yahudi yerleşimlerine saldırılar düzenlemişler ve bu saldırılarda 47 Yahudi ve 48 Arap ölmüş, 146 Yahudi ve 73 Arap da yaralanmıştır. 8 yıl ara verilen çatışmalardan sonra 1929 Kudüs Ayaklanması ile birlikte Araplar yine Yahudilere saldırmıştır. Çünkü, artık Filistin’de Yahudiler iyice çoğalmaya başlamış ve satın alma yoluyla ülkenin en verimli topraklarına sahip olmaya başlamışlardı. Kudüs Ayaklanması, Hebron Katliamı, Mescid-ül Aksa Camii Baskını ve Safed Katliamı’nda Araplar ve Yahudiler birbirlerine saldırmışlardır. Kudüs’te meydan muharebeleri şeklinde geçen bu olaylarda 110 Arap ve 133 Yahudi ölmüş, 232 Arap ve 339 Yahudi de yaralanmıştır.

1920-1929 arasında yaşanan çatışmalar neticesinde Yahudiler gerek kendilerini savunmak gerekse de saldırılar düzenlemek için silahlı paramiliter gruplar oluşturmuşlardır. Bu silahlı kuvvetler zamanla İsrail’in ordu gücünü oluşturacaktır.

1929 Arap Ayaklanmasından sonra İngiltere sorunun tespiti ve çözümü için çeşitli araştırmalar yapmış, Walter Shaw başkanlığındaki hukukçulardan oluşan komisyonun önerileri dikkate alınarak çözüm teklifi olarak Passfield Beyaz Kitabı’nı yayınlamıştır.

Passfield Beyaz Kitabı’nda yapılan şu tespit oldukça önemlidir: “Filistin’de ekilebilir toprakların miktarı 6.544.000 dönümdür. Yahudilerin iyi bir teşkilatlanma ile ve başarılı bir toprak politikası takip ederek 1 milyon dönüm toprağa sahip olmasına karşılık, Arap nüfusun üçte biri topraksızdır. Her Arap ailesinin normal yaşantısı için kuru arazide 130 dönüme ihtiyaç olduğu halde, ortalama ancak 90 dönüm araziye sahip bulunmaktadır. Arap kitlesinin nüfusunu göz önüne alınca aradaki farkı kapatabilmek için daha 8 milyon dönüm ekilebilir toprağa ihtiyaç vardır.” Bu kitapta “Yahudi göçlerinin” Araplar için hem toprak yetersizliğine ve işsizliğe neden olduğu açıkça vurgulanmış, çözüm önerisi olarak Yahudi göçlerinin ve toprak satışının sınırlandırılması gerektiği belirtilmiştir.

Passfield Beyaz Kitabı’nın Arapların lehine ve Yahudilerin aleyhine tespit ve çözüm önerileri içeriyor olması Siyonistlerin bu kitaba ve İngiltere’ye sert bir tepki ortaya koymasına neden olmuştur. Balfour Deklarasyonu ile açıkça Yahudilere destek veren İngiltere’nin bir anda Arapları destekler noktaya gelerek siyasetini değiştirmesi Siyonistlerin yoğun tepkisi ve baskısı sonucu çok kısa sürebilmiştir.

1933 ve 1936’da Filistin’deki Arap ayaklanmaları Yahudi göçlerinin hızını kesememiştir. Passfield Beyaz Kitabı’nın da İngiltere tarafından daha uygulanmadan rafa kaldırılması, Almanya ve Doğu Avrupa’da hızla yayılan Yahudi düşmanlığı 1929-1939 yılları arasında 5. Göç ile bu bölgede yaşayan 250.000 Yahudinin Filistin’e yerleşmesini sağlamıştır. 5. Göçün önceki göçlerden en temel farkı önceki göçlerde olduğu gibi tarım işçisi Yahudilerin değil bilim adamı, sanatçı ve entelektüel Yahudilerin göçüne sahne olmuş olmasıdır. Nitekim, Filistin Filarmoni Orkestrası, Haifa Limanı ve petrol rafinelerinin kurulması bu göçten sonra gerçekleşmiştir.

1882 yılında Filistin’de Yahudilerin esamesi bile okunmazken, 1940 yılına gelindiğinde 5 büyük göç sonrası Filistin’de toplam Yahudi nüfus 450.000’e ulaşmıştır.

1939-1945 yılları arasında gerçekleşen 2. Dünya Savaşı’nda Naziler Avrupa’da 6 milyon Yahudi’ye karşı soykırım uygulamıştır. Filistin’de yaşayan Yahudiler bölgenin İngiliz hakimiyetinde olması nedeniyle herhangi bir zarar görmemişlerdir. Bu süreçte Filistinliler İngilizlere karşı stratejik olarak Nazileri desteklemişlerdir. Araplar ile Yahudiler bu süreçte oluşturdukları silahlı güçlerle birbirlerine saldırıları sürdürmüşlerdir. Ayrıca, Nazi hakimiyetinin olduğu bölgelerden kaçan Yahudilerin büyük çoğunluğu İngilizlerin göç kotası nedeniyle illegal olarak göçlere devam etmişlerdir.

İsrail Devletinin Kuruluşu

2. Dünya Savaşı sonrasında Filistin nüfusunun 1/3’ünü Yahudiler oluşturuyordu. Bu Yahudiler Filistin topraklarının %6’sına sahipti. Yahudilerin Naziler tarafından uğradığı büyük soykırım uluslararası camianın Yahudi Devleti konusunda daha duygusal yaklaşmasına ve beraberinde bu fikre destek vermelerine neden olmuştur. Bu konjonktürde İngiltere 1947 yılında Filistin Sorununu Birleşmiş Milletler’e taşıdı ve Filistin Paylaşım Planı’nı ortaya attı. Bu paylaşım planı Filistin topraklarının %56,47’sinin Yahudi Devletine, %45,53’ünün de Arap Devleti’ne verilmesi anlamına geliyordu. Bu paylaşım planı Türkiye’nin de aralarında olduğu 13 ülkenin red oyuna rağmen 33 ülkenin kabul oyu kabul edilmişti. 10 ülke çekimser kalmıştı. Bu paylaşım planı Arapların büyük tepkisine neden oldu ve Arap-Yahudi çatışması iyice artmaya başladı.

İngiltere’nin 14 Mayıs 1948 yılında Filistin’deki manda yönetimini sona erdirmesinin hemen ardından, Yahudi Milli Konseyi İsrail Devleti’ni kurduğunu ilan etti. ABD ve Sovyetler Birliği İsrail Devleti’ni hemen tanıdılar. Siyonistler 50 yıl gibi kısa kabul edilebilecek bir sürede amaçlarına ulaşmışlardı. Filistinli Araplar İsrail Devletinin fiili olarak kurulduğu 15 Mayıs’ı “Felaket Günü” (el Nakba) olarak halen anmaktadırlar.

Arap Birliği ve Filistin İçin Arap-İsrail Savaşı

1922’de Mısır, 1932’de Suudi Arabistan ve Irak, 1941’de Lübnan, 1946’da Suriye ve Ürdün’ün bağımsızlıklarını ilan etmesi ile birlikte kurulan Arap Birliği, sonraki yıllarda Nasır Sosyalizmi ve Baas Hareketi ile Arap milliyetçiliği ve anti-emperyalizm rüzgarı estirecekti. Ortadoğu’daki tüm Arapları bir araya getirmeyi ve düşmanlara karşı birlikte hareket etmeyi hedefleyen Arap Birliği Filistin’de Yahudi nüfusun çoğalması ve topraklarının artması ile İsrail Devleti’nin kurulmasından büyük rahatsızlık duyuyordu.

Nitekim, 14 Mayıs 1947’de İsrail Devletinin ilanından birkaç saat sonra Mısır, Ürdün, Suriye, Irak ve Suudi Arabistan’dan oluşan Arap Birliği İsrail’e karşı savaş açtı. Ancak, bu savaşta Arap Birliği başarısız olunca durum Filistinli Araplar açısından çok daha kötüye gitti. Öyle ki, 1947 BM Paylaşım Planı’na göre %54 toprağa sahip olan İsrail bu savaş sonunda %78’lik bir Filistin toprağına hakim olmayı başardı. Bunun yanı sıra yaklaşık 700.000 Filistinli Arap diğer Arap bölgelerine yerleşmek zorunda kaldı. Bu 700.000 Arabın 250.000’i Gazze’ye yerleştirilmiştir. 1948-1970 yılları arasında Arap ülkelerinde yaşayan ve bu ülkelerden kovulan yaklaşık 1 milyon Yahudi de Filistin’deki Yahudilerin ele geçirdiği topraklara yerleştirilmişlerdir. Bu nüfus hareketi sonrası 1947’de 650.000 olan Yahudi nüfus 1949 yılında 758.000’e ulaşmıştır. Mısır ancak Gazze’yi, Ürdün de Batı Şeria’yı kontrol altında tutabilmiştir.

İsrail Devleti’nin kurulması ve Arap-İsrail Savaşı’nda da zafer kazanılmasının ardından Filistin’deki Yahudi yerleşim bölgelerine göçler hızlı bir şekilde devam etmiştir. Ancak, İsrail gerek devlet otoritesi gerekse de askeri güç olarak iyi bir noktaya geldiği için Filistinli Araplar artık Yahudilere karşı etkili bir mücadele yürütemedikleri gibi, tam tersine İsrail Filistin’deki Araplara karşı sürekli bir sindirme operasyonu yürütmeye devam etmiştir.

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Sahneye Çıkıyor

Filistinli Araplar, Filistin Sorununun çözümü için Suriye ve Mısır gibi ülkelerin kısır önderlik mücadelesinden rahatsızlık duyarak artık mücadeleyi içeriden kendi çabalarıyla çözme yoluna gitmişlerdi. Bu amaçla ilk olarak 1959 yılında İsrail’e karşı direnişi örgütlemek ve İsrail’le silahlı mücadele yürütmek üzere Yaser Arafat önderliğinde El Fetih Örgütü kurulmuştu. El Fetih İsrail’e karşı başarılı silahlı mücadele yürütmekle birlikte, aynı ekip siyasi platformda da mücadele yürütmek üzere 1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) kurmuştu. Nitekim, bu örgüt 1974 yılından itibaren Arap Birliği, İslam Konferansı Örgütü ve Birleşmiş Milletler tarafından Filistin’in tek meşru temsilcisi olarak tanınacaktı.

İsrail ile Mısır, Ürdün ve Suriye arasında artan gerginlik 1967’de Altı Gün Savaşları’na neden olmuştur. İsrail kendisinden daha güçlü Arap ülkelerini 6 gün gibi kısa bir sürede yenilgiye uğratarak deyim yerindeyse Ortadoğu’nun kaderini tek başına belirlemişti. Mısır’dan Gazze ve Sina Yarımadası’nı, Suriye’den Golan Tepelerini ve Ürdün’den de Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü alan İsrail 500.000 Filistinliyi de mülteci durumuna düşürerek Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye’ye göç etmelerine neden olmuştur.

Altı Gün Savaşlarında hezimete uğrayan ve toprak kaybeden Mısır ve Suriye topraklarını geri almak için 1973 yılında Yom Kippur Savaşı ile İsrail’e saldırdılarsa da yine sonuç alamadılar.

Filistinliler için ilk büyük mevzi kaybı 1979 yılında Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın 1978 yılında Camp David Barış Antlaşmasını imzalamasıydı. Bu anlaşma sonrası İsrail 1967 yılında ele geçirdiği Sina Yarımadasını Mısır’a geri verdi. Mısır Filistinli Araplardan ve diğer Arap ülkelerinden habersiz böyle bir pazarlığa giriştiği için büyük tepki toplamıştı. Enver Sedat Filistin Davasına ihanetin bedelini 1981 yılında kendi ordusundaki askerler tarafından öldürülerek ödeyecekti.

1982 yılında FKÖ’nün bir diğer silahlı kanadı Ebu Nidal Örgütü’nün İsrail’in Londra Büyükelçisine suikast girişimini bahane eden İsrail, FKÖ’yü pasifize etmek için onun mevzilendiği Lübnan’ı işgal etti. FKÖ militanları çekilince onların koruduğu mülteci kampları korumasız kalmıştı. İsrail’in desteğiyle Falanjistler (Hristiyan sağcı bir grup) Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına saldırarak yüzlerce kadın ve çocuğu katletmiştir.

Arap ülkelerinden desteğini kaybeden Filistinli Araplar FKÖ önderliğinde İsrail’e karşı mücadelelerini yürütüyorlardı. Bu kapsamda İsrail’e karşı ilk topyekün sivil direniş (1. İntifada) 1987-1993 yılları arasında düzenlendi. Sivil itaatsizlik, yazılama, grevler, barikatlar halinde devam eden bu sivil direnişin en akılda kalan görüntüleri ağır silahlı İsrail askerlerine taş atan Filistinlilerdi.

1991 Körfez Savaşı’nda FKÖ’nün Saddam Hüseyin’i desteklemesi savaş sonrasında FKÖ’nün bölgedeki destekçilerini kaybederek zayıflamasına yol açmıştı.

Özerk Filistin Devleti’nin kurulması

1993 yılında İşçi Partisi’nin İsrail’de yeniden iktidara gelmesi (ki 1977’de iktidarı aşırı sağcılara kaptırmışlardı) barış rüzgarlarının esmesini sağladı. Yapılan gizli Oslo Görüşmeleri sonucunda İlkeler Deklarasyonu ilan edildi ve Yaser Arafat ile Yitzak Rabin Washington’da tokalaşarak bu tarihi belgeyi imzaladılar. Bu deklarasyon ile Filistinli Araplar İsrail Devleti’ni tanımışlar, bunun karşılığında İsrail’in işgal ettiği Arap bölgelerinden aşamalı olarak çekilmesi taahhüdünü almışlardı. Bu anlaşma gereği İsrail Gazze ve Eriha gibi şehirlerden çekilmişti. Artık, Filistin’in Arap hakimiyetindeki topraklarda “Filistin Ulusal İdaresi” adıyla özerk bir Filistin Yönetimi kurulmuş ve Arafat bu yönetimin başkanı olmuştu. 1996 yılında yapılan ilk seçimde de Arafat özerk Filistin Yönetiminin başkanı seçilmişti.

Filistin’de İsrail Ablukası ve İşgaller

Ancak, İsrail’in çekildiği işgal bölgelerinde kalan az sayıdaki Yahudi nüfusa karşı Arapların sürekli olarak kanlı eylemler gerçekleştirmeleri barış rüzgârlarının ters yönde esmesine neden olmaya başlamıştı. Özellikle El Fetih’e göre daha radikal bir tutum sergileyen Hamas’ın Filistin’deki Arap yerleşim yerlerinde ve İsrail’de yaşayan Yahudilere karşı gerçekleştirdiği eylemler sürecin tıkanmasına neden olmuştu. 1996 yılında İsrail’de sağcıların yeniden iktidara gelmesi Oslo Barış Sürecini noktalamıştı. Ancak, ABD’nin sürece müdahil olması ile birlikte İsrail istemese de Oslo Antlaşmasında söz verdiği el Halil şehrinden ve Batı Şeria’dan çekilmişti.

1999 yılında İşçi Partisi yeniden iktidara gelince Başbakan Ehud Barak Araplarla İsrailliler arasındaki 100 yıllık kavgayı sona erdirmeyi vaat etmişti. Ancak, Ehud Barak bu süreçte Lübnan’dan çekilmek dışında barış adına herhangi bir aşama kaydetmemişti. İsrail’in işgal altındaki bölgelerden tamamen çekilmemiş olması Filistinlilerin sabrını iyice taşırdı ve 2000 yılında topyekün sivil direniş anlamına gelen 2. İntifada başladı.

2001 yılında İsrail’de aşırı sağcı Arial Şaron’un yeniden iktidara gelmesi ile ortam yeniden gerildi. Şaron’un politikası Filistinli militanlara karşı suikastlar, hava saldırıları ile Filistin yönetimi altındaki topraklara saldırılar yapmak üzerine kuruluydu. Bu durum can kayıplarını yükseltirken, Filistinli militanlar da intihar eylemleri ile karşılık vermeye çalışıyorlardı. Nitekim, İsrail 2002 yılında Gazze ve Batı Şeria’nın tamamını işgal etti. İsrail Ordusu Batı Şeria’nın kuzeyindeki Cenin mülteci kampında büyük bir katliam gerçekleştirdi. Bizzat, Uluslararası Af Örgütü Cenin ve Nablus’ta İsrail’in savaş suçu işlediğini bildirmişti. İsrail Filistin yerleşimlerini ablukaya almak için büyük duvarların inşasına başlamıştı. Lahey Adalet Divanı duvarları inşasını yasadışı ilan etse de İsrail duvarların inşasına devam etti.

2005 yılında FKÖ’nün lideri Arafat’ın hayatını kaybetmesi ile birlikte Mahmud Abbas Filistin Yönetiminin başına getirildi.

İsrail’in Lübnan’dan çekilmesi beraberinde o bölgedeki otorite boşluğundan yararlanan Hizbullah’ın büyük bir güç elde etmesini sağlamıştı. İsrail’e karşı işgal altındaki Güney Lübnan’ı işgalden kurtarmak için kurulan Hizbullah İsrail Lübnan’dan çekildikten sonra da Filistinlilere destek vermiştir. Bu destek nedeniyle İsrail’in hedefinde olan Hizbullah 2 İsrail askerini kaçırınca İsrail Lübnan’a savaş açmıştı.

Hamas’ın Gazze’de Hakimiyeti

2006 Seçimleri Filistin için tarihi dönüm noktalarından biri olmuştur. Gazze’de seçimleri Hamas’ın kazanması ile birlikte Filistin genelinde El Fetih ve Hamas militanları arasında çatışmalar başladı. Filistin iç savaşın eşiğine geldi. İsrail Devleti’ni tanımayı reddeden Hamas’a karşı uluslararası ambargo uygulanmaya başlandı. Coğrafi olarak 2 parça halinde olan Filistin’in Gazze Şeridi’nde Hamas, Batı Şeria’da da El Fetih yönetimlerini sürdürmeye başladılar.

Hamas İsrail’e yönelik saldırgan tavrını devam ettirince 2008 yılında İsrail Gazze’ye askeri operasyon düzenleyerek şehri abluka altına almıştır. İsrail’in Mavi Marmara baskını da bu süreçte yaşanmıştır. Bu savaşta 1133 masum Filistinli hayatını kaybetmiş, 4000’in üzerinde Filistinli de yaralanmıştır. On binlerce Filistinli de evsiz kalmış ve yaşadıkları bölgeyi terk etmek zorunda kalmışlardır.

Son olarak, İsrail 8 Temmuz 2014’te havadan, denizden ve karadan Gazze’ye askeri operasyonlara başlamıştır. 27 Temmuz itibariyle İsrail tarafından öldürülen Filistinli sayısı 1.216’dır.

Genel Değerlendirme

Filistin’de yaşanan dramı daha iyi analiz edebilmek, tespitlerde bulunmak ve çözüm önerileri ortaya koyabilmek için bu sorunun yaklaşık 130 yıllık tarihi geçmişini iyi bilmemiz gerekmektedir. Öyle ki, Filistin topraklarında İsrail Devleti’nin kurulması ve topraklarının genişlemesi büyük bir siyasi ve ekonomik gücü elinde tutan Siyonistlerin 50 yıllık sistemli ve azimli çabalarının sonucu olmuştur.

Nitekim, tarihsel bir perspektifle baktığımızda bugün Filistin’de yaşanan drama neden olan çok sayıda etken karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki, Filistinliler Osmanlı Devleti’ne karşı 1. Dünya Savaşı’nda İngilizleri destekleyerek tarihi bir hata yapmışlardır. Çünkü, o dönem Filistin topraklarında İsrail Devletinin kurulmasının önündeki en büyük engel Osmanlı Devleti’ydi. Osmanlı Devleti’nin Filistin’deki hakimiyeti sona erince İngilizlerin desteğiyle İsrail Devleti’nin kurulma süreci önlenemez noktaya gelmiştir. Denilebilir ki, yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti zaten o toprakları kaybedecekti. Ancak, tarihin seyri mevcut olan durumdan daha kötüye gidemezdi ya da en azından İsrail’in kurulma süreci geciktirilerek 1920 Arap Ayaklanmaları öncesinde Filistinliler daha avantajlı durumda olabilirlerdi.

Filistinlilerin yaptığı bir diğer tarihi hata çiftçilerin ellerindeki verimli toprakları Yahudilere satarak onların göç yoluyla Filistin topraklarına yerleşmelerine bilinçli ya da bilinçsiz katkı sağlamalarıydı. Bir devletin olmazsa olmaz şartı olan “insan faktörü” ve “egemenlik” bu göçler neticesinde oluşturulmuştu. Eğer toprak satışları gerçekleşmeseydi Yahudilerin Filistin’de nüfus olarak çoğalmaları mümkün olamazdı. Öyle ki, 1903 yılındaki 6. Siyonist Kongre’de alınan kararlar örneğinde olduğu gibi Yahudiler Filistin yerine Uganda ya da başka bir Afrika ülkesine yerleşme fikrine yoğunlaşabilirlerdi.

İsrail Devleti’nin kuruluşu Siyonistlerin 1897’den itibaren ne kadar başarılı ve etkili bir politika yürüttüklerinin açıkça kanıtı olmuştur. Sahip oldukları ekonomik güç ve organize olabilme kabiliyeti siyasi gücü de beraberinde getirmiş 1948 öncesinde İngiltere’den, sonrasında da ABD’den büyük destek almışlardır. Kuruluş öncesinde İngiliz hükümetinin ve manda yönetiminin desteği, kurulduktan sonra da Arap-İsrail Savaşlarında ABD’nin sağladığı siyasi, askeri ve teknolojik destek İsrail’in Arap devletlerine karşı girdiği tüm savaşları kazanarak Ortadoğu’nun ve Filistin’in kaderini tek başına belirleyebilmesine neden olmuştur. Günümüzde İsrail’in Filistinli masum insanlara yönelik katliamlarına karşın ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri bu duruma göz yumdukları gibi saldırıları “İsrail’in meşru müdafaa” hakkı gibi görmekte, kendi ülkelerindeki kamuoyu açıkça yanıltılmaktadırlar.

Günümüzde coğrafi olarak iki parçaya bölünmüş olan Filistin’de iki büyük siyasi güç vardır. Gazze’de Hamas ile Batı Şeria’da -Filistin Yönetiminin Başkanlığını da yürüten- El Fetih. Hamas İsrail Devleti’ni tanımayan ve Yahudileri cihat ile Filistin’den kovmayı amaçlayan bir örgüt iken, El Fetih İsrail Devleti’ni 1993’ten beri tanıyan (“Yahudi devleti” olarak değil “devlet” olarak), onunla müzakereleri kabul eden ve fiili şartlar altında bir özgür Filistin Devleti kurmayı hedefleyen daha ılımlı bir örgüt. Bu siyasi yapı İsrail’in kanlı askeri operasyonlarını El Fetih’in kontrolündeki Batı Şeria yerine Hamas’ın kontrolündeki Gazze’ye yöneltmesinin temel nedenidir.

İsrail bu saldırıların gerekçesini Hamas’ın yaptığı bazı eylemler sonucu bölgeyi Hamas militanlarından arındırma olarak açıklamaktadır. Ancak, yapılan askeri operasyonun mahiyeti açık bir şekilde kontrolsüzce masum insanları öldürmeye yönelik olduğu için Gazze’de İsrail tarafından insanlık suçu işlenmesi bir yana sistemli olarak Araplara yönelik bir bezdirme ve soykırım politikası yürütülmektedir.

Sonuç ve Öneriler

Bugün Filistinlilerin yaşadığı en büyük sorun İsrail’in yaptığı onca katliama rağmen yaşadıkları “yalnızlık”tır. Yahudi lobisi tüm demokratik ülkelerin halklarını ve iktidarlarını çevrelemiş durumdadır. Bu nedenle, biran önce Filistin Davasını destekleyen devletler tarafından “Filistini Sevenler Birliği” kurulmalıdır. Bu birliğin temel amacı uluslararası kamuoyuna Filistin’de gerçekleştirilen katliamları anlatmak ve onlara Filistin Davasının haklılığına ikna edebilmek için “Filistin Lobisi” oluşturmak olmalıdır. Bu lobi faaliyetlerinin yaygınlaşması ve yoğunlaşması için gerekli maddi altyapı (propaganda, reklam, haberler, röportajlar, eylemler, sinema, bilimsel ve akademik çalışmalar vs) bu ülkeler tarafından “Filistin Destek Fonu” kurularak karşılanmalıdır. Bu şekilde elinde büyük ekonomik ve siyasi imkanlar bulunduran Yahudi Lobisine karşı uluslararası düzeyde bir propaganda savaşı yürütülebilecektir.

Özellikle ABD ve Avrupa Birliği gibi demokrasiyle yönetilen ve demokrasiyi içselleştirmiş yurttaşlardan oluşan ülkelerde gerçekleştirilecek yoğun lobi faaliyetleri bu ülke halklarının ve kamuoyunun Filistin’de gerçekte yaşanan katliamlara karşı seslerini yükseltmelerini sağlayacak, böylece siyasi iktidarlara ve yöneticilere baskı yapacaklardır. Bu durum, İsrail’e tüm yapmış oldukları katliamlara rağmen koşulsuz destek veren ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin yöneticilerinin bu konuda ellerinin zayıflamasına neden olacaktır. Sosyal medyanın etkili bir şekilde kullanımı işte burada büyük önem arz edecektir.

Şunu unutmamalıyız ki, Filistin’de yaşanan dram medya tarafından sansüre uğradığı için ve tam tersine İsrail mağdur gibi lanse edildiği için ABD ve Avrupa’da halklar olaylara karşı tepki ortaya koymamaktadırlar. Hatta, bu halklar bizatihi Yahudilerin mağdur olduğunu düşündükleri için hükümetlerini Filistin politikası konusunda desteklemektedirler. İşte, oluşturulacak güçlü bir Filistin lobisi bu durumu terse çevirip Filistin yerine İsrail’in yalnızlaşmasına neden olabilecektir.

Yine bu lobi faaliyetlerinin bir diğer amacı da “İslamofobi” nedeniyle Filistin Davasının haklılığına inanma noktasında direnç gösteren Hristiyan ağırlıklı bu halkların İslam dinine ve Müslümanlara karşı önyargılarının yıkılması olmalıdır. Bu halklara “sivillere saldırı düzenleyen intihar bombacılarının” ya da “intikam yemini eden cihatçıların ürkütücü görüntüleri” yerine Filistin halkının yaşadığı büyük katliamlara karşı uluslararası desteğin gerekliliği noktasında ikna çabalarına yoğunlaşılmalıdır.

Artık mevcut durum Filistinliler açısından verdikleri mücadelenin gerçekçi bir zemine çekilmesi bakımından da önemlidir. Tarihsel süreçteki tecrübeler göstermiştir ki, İsrail Devleti’ni tanımamak ve içindeki Yahudilerle birlikte topyekün yok etme arzusu taşımak mantıklı bir hedef değildir. Bu yüzden Filistin sorununun aşılması bakımından asıl hedef dünya üzerinde yüzün üzerinde ülke tarafından tanınan ancak toprakları İsrail tarafından işgal ve abluka altında olan bağımsız Filistin Devleti’nin konumunun güçlendirilerek istikrarlı ve güvenli bir yapıya kavuşturulmasıdır.

Bunun tek yolu sorunun müzakere zeminine taşınması ile mümkündür. Bu şekilde, daha önce Oslo Barış Görüşmelerinde olduğu gibi Filistin topraklarında İsrail İşgalinin sonra ermesi, Filistin ile İsrail Devletlerinin sınırlarının kesin olarak tespit edilmesi, İsrail sınırları içerisinde kalan Filistinlilerin haklarının savunulması, Kudüs’ün statüsünün belirlenmesi gibi bir çok konuda sonuç almak mümkün olabilecektir. Tarihsel süreç göstermiştir ki, İsrail ile yapılan savaşlar sorunu çözmek bir yana yenilgiler nedeniyle her seferinde daha da derinleştirmiştir.

Şunu da unutmamakta fayda var ki, günümüzde de artık gerek İsrail’deki siyasi iktidarlar gerekse de halk (aşırı sağı fanatikler dışında) 1920 yılından beri aralıksız devam eden çatışmaların sona ermesi, barış ve istikrarın gelmesi için büyük bir motivasyona sahip görünmektedirler. Artık, bazı fanatik gruplar dışında Büyük İsrail Devleti ve vadedilmiş topraklarda (Suriye, Irak, Lübnan, İran, Ürdün ve Türkiye topraklarını da kapsayan) hakimiyet ideali (Yunanlıların Megalo İdeası ve Ermenilerin Büyük Ermenistan’ı gibi) mevcut durumda onlar açısından da ulaşılamaz görünmektedir. Şu anda ulaşmış oldukları nokta da onlar açısından çok büyük bir başarı olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla İsraillilerin içinde bulunduğu bu psikolojik travma durumundan da faydalanmak Filistin açısından olumlu olacaktır.

Bu açıdan bakıldığında, barış sürecinin önündeki en büyük engel olarak gerek İsrail’de gerekse de Filistin’de bulunan radikal gruplar görülmektedir. Bu nedenle Filistin’de Hamas’ın tamamen dışlanmadan daha kontrollü olması sağlanarak müzakerelerin El Fetih üzerinden yürütülmesi, ulusal birliğin de El Fetih çatısı altında yürütülmesi gerekmektedir. Yahudilere ve hatta kendisini desteklemeyen Filistinlilere karşı aşırı şiddete eğilimli olan ve İsrail Devleti’ni tanımayan Hamas’ın pasif duruma getirilmesi Filistin’in Birleşmiş Milletler nezdinde de daha avantajlı bir durum elde etmesini sağlayacaktır.

Unutulmamalıdır ki, hiçbir masum insanın hayatı kısır siyasi çekişmelerden, radikal grupların ulaşılamaz hayallerinden, uzlaşmayı acizlik olarak gören zihniyetin egolarından ve kutsal kitapları referans göstererek ölüm fermanları imzalayan din bezirgânlarının bağnazlıklarından daha değersiz değildir. Tüm Filistinliler ve İsrailliler özgür biçimde refah, barış, demokrasi ve adalet içerisinde insanca yaşama hakkına sahiptir. Bizim ısrarla savunmamız gereken de bu olmalıdır.

Türkiye ve bazı diğer Müslüman ülkelerde İslami tabandan beslenen siyasi grupların Filistinlilerin kanlarını çözümsüzlük üzerine inşa edilen popülist söylemlerle siyasi malzeme yapmak yerine, bu kanın durması için neler yapılması gerektiği üzerine yoğunlaşmaları gerekmektedir. Bir Filistinli çocuğun hayatı şovenist söylemlerle fazladan alınacak bir oydan daha kıymetlidir.

Öyle ki, açıkça görülmektedir ki sorunun çözümü her iki taraf açısından savaşmak değil uzlaşmak ve barışmak ile mümkündür. Nitekim, İsraillilerin masum Filistinlilere yaptığı katliamlar ne kadar adi ise, Filistinli silahlı grupların masum İsraillileri öldürmeleri de o kadar adidir. Her iki tarafın da ihtiyaç duyduğu şey barıştır. İlk etapta 94 yıldır süren çatışmaların ve ölümlerin getirdiği kin, nefret ve intikam duygusu nedeniyle direnç olacaktır, ancak her iki taraf da barışın tadını alınca direnç kırılacaktır. Amaç, geçmişteki husumetlere saplanıp geleceği de karartmak yerine, bundan sonraki nesillerin barış ve refah içinde yaşamalarını sağlamak olmalıdır.

Tarihsel süreç hakkında detaylı bilgi için:

Fahir ARMAĞANOĞLU - 20.Yüzyılın Siyasi Tarihi, Alkım Yayınevi, İstanbul, 2011.

Mete ÇUBUKÇU - Bizim Filistin, Metis Yayıncılık, İstanbul, 2014.

Ilan PAPPE, Modern Filistin Tarihi (Tek Ülke, İki Halk), Phoenix Yayınları, Ankara, 2007.

Mim Kemal ÖKE, Siyonizm ve Filistin Sorunu, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul, 2012.

0
Paylaşım